BİR BİLMECE BİR ÖLÜM
BİR BİLMECE BİR ÖLÜM
Yaş günü
Zerrin’in otuz altı yaşına gireli on gün olmuştu. Babası büyük bir yatırım şirketinin ve buna ek olarak irili ufaklı alanlarda çalışan dört firmanın sahibi, aynı zamanda yöneticisiydi. Varlıklı ve kendisini seven, kollayan bir babası olduğu için, çocukluk yılları çok mutlu geçmişti. Üniversite yılları da öyle. Güzel bir kız değildi ama konuşkan ve sevimliydi. Üstelik kendisine olan güveni de tamdı.
Üniversitedeki ikinci yılın hemen başlarında tanıştığı gençle okul bitene kadar flört etmiş, ona sırılsıklam aşık olmuştu. Hayatının en isabetli seçimini kocasına inanmakla yapmıştı. Çünkü babasının ne kadar zengin olduğunu bilen çevresinde ne kadar erkek varsa hepsi o servete varis olabilmek için Zerrin’in peşinden koşturup durmuştu.
Üniversite eğitiminin sonuna kadar, somurtarak, mutsuz oturduğu günlerin sayısı hiç abartısız, ancak iki elin parmakları kadardı. Capcanlı, cıvıl cıvıl bir genç kızdı o yıllarda. Oysa Zerrin’in son on yılı dehşet içinde geçmişti. Kâbuslar, gündüz görünen hayallerle birlikte çevresinde oluşan kalın kabuklu koza, genç kadını yavaş yavaş öğütüp, bitiriyordu. Ruh sağlığının bozulmaya başladığı ilk yıllardan sonra etrafında onu hala seven kocası ve hizmetçisinden başka hiçbir dostu kalmamıştı.
Balkonlarının hemen sağ çaprazından yükselen koyu yeşile bezenmiş dev çam ağacı hafifçe sallandı. Zerrin’in gözleri çama yöneldi sonra yine eski durağanlığına dönen ağaçtan ayrılıp, aşağıda, penceredeki dünyasını bir uçtan diğerine oluşturan İstanbul Boğazı’nın sularına yöneldi. Evlenmeden önce son mutlu gününün hemen ardından yaşadığı gece geldi aklına. O geceyi son on yıldır, farkında olmadan sık sık düşünüyor, kâbuslarında yaşıyordu.
Mezuniyet balosundan, erkek arkadaşıyla birlikte çıktıktan sonra birlikte yürümek istedi. Gece denize vuran ışıkları izlemek, kıyıya hafifçe vuran dalgaların sesini dinlemek istiyordu. O akşam çok duygusal hissediyordu kendisini. Güzel bir dönemin sonuydu ve artık öğrenci olamayacaktı. Güzel arkadaşlıklar kurmuş, hepsiyle de çok iyi geçinmişti. Kim gün duygusal yoğunluğu yüksek kimi gün neşeli kahkahalar içinde geçmişti dört yıl.
Lüks bir restoranın önünde yere oturmuş yaşlı bir çingenenin, “Falınıza bakayım yavrularım, gelecek sizin için neler gösteriyor?” diyerek çağırınca neredeyse koşarak gitti kadının yanına. Zerrin, kendisini yıllar boyu içinde hapsedecek olan karanlığa doğru bir adım atmıştı. Farkında olmadan, güle oynaya…
Sıcak bir yaz gecesi, önünde yanan beş mumun ışığında oturan çingeneye fal baktırmayı hiç yoktan bir eğlence sayan Zerrin, “Hadi… Tarık, gel falımıza baktıralım,” diyerek erkek arkadaşının koluna asıldı.
O gece dün gibi beyninin içindeydi.
Yaşlı çingenenin titrek mum alevinde dans eden çirkin yüzü Zerrin’in içini ürpertti. Kadına korku içinde baktığının farkında değildi.
Daha farklı bir korku da çingenenin gözlerindeydi. Genç kızın avuçlarına bakıyordu. Kırış kırış olmuş yüz etlerinin arasında iki korku dolu göz Zerrin’e yöneldi. Birkaç saniye süren, ürpertici bakışların ardından;
“Sen, sen asla…” dedi ve soluğunu güçlükle bıraktı. “Evlenemezsin.” Ardından hırıltıyı andıran bir sesle “Hayat senin için çok zor geçecek,” dedi.
Tarık bu olaya karşı kayıtsız kalmadı. Zerrin’e destek olmak için, “Gel sevgilim, bunlara inanacak değiliz herhalde,” dedi sesini bir nebze olsun yükselterek. O an Zerrin’in aklına söyleyebileceği tek bir kelime gelmemiş ve çok kısa süren bir şoka girmişti. Dili tutulmuştu sanki. Tarık, kız arkadaşını oradan uzaklaşması için ikna etmeye çalışırken, kadın sıkıca Zerrin’in bileğinden kavradı ve gözlerinin içine bakarak, “Senin tek çocuğun olacak ve onu da en mutlu çağında kaybedeceksin,” dedi. Sonra, Zerrin’e izin verdi, yavaşça gevşeyen, yaşlı ancak kuvvetli parmaklarının arasından kolunu kurtardı ama gözleri birbirlerine kenetlenmişti. Çingenenin gözlerindeki ifadesiz ve sabit bakışlar Zerrin’in kalbine saplanan iki hançer gibiydi.
Çingenenin kötü geleceği hakkında söylediklerini hiçbir zaman unutmadı. Aksine söyledikleri gerçekleşince o geceye lanet etti ve o gece yaşadıkları kafasına hiç çıkmamacasına kazındı.
Geniş bir pencere önünde, ileri geri sallanan bambu koltukta oturuyordu. Tüm düşüncelerinden sıyrılmış, denizin hareketli yüzeyinde insanlara sükûnet gösterisi yapan güneş ışınlarına bakıyordu. Yüzünde tek bir kırışık yoktu genç kadının, ancak saçlarının tamamına yakın kısmı beyazdı.
Bir güvercin kondu balkon demirine. Gözleri bir an odak değiştirdi, birkaç saniye süreyle sağına soluna bakınan ve sonra uçup giden güvercini takip etti. Bir şeyler çaktı zihninde ancak anımsadıkları kanat çırparak uzaklaşan güvercinle birlikte dağılıp gitti.
Kış için güzel sayılabilecek bir cumartesiydi. Birazdan öğle yemeğine oturacaklardı. Kocası sabahtan arabasını bakıma götürmüş, şu sıralar çıkıp gelmek üzereydi. Yanı başında duran sehpaya baktı. Birkaç günlük gazete vardı. Yuvarlak ve üst rafı kalınca bir camdan yapılmış olan sehpanın alt rafında bir gazete daha vardı. Tamamen sararmış olan gazete on yıl öncesine aitti ve yıllardır oradaydı. Hiç kimse o gazeteyi okumaz hatta dokunmazdı bile ama yeri de asla değiştirilmezdi.
Hizmetçileri öğle yemeği için masayı hazırlarken kocası da içeri girmişti. Neşe içerisinde karısına yaklaştı ve onu alnından öptü.
“Merhaba hayatım,” dedi gülümseyerek.
“Merhaba.”
“Nasılsın bakalım?” dedi Tarık sonra hizmetçiyi elinde yemek tabaklarıyla görünce, “Ooo! Harikasınız Ayşe Hanım! Kurt gibi acıkmıştım doğrusu,” diye ekledi sahte bir neşe içinde. Sahteliği karısına olan sevgisi yüzündendi. Onu güldürmek için elinden geleni yapıyor, her fırsatı neşe içinde değerlendirmeye çalışıyordu.
Ayşe, kırk yaşlarında doğulu bir kadındı. Devamlı gülümseyen yüzü, yaşadığı çileli hayatı gizlemeye yetiyordu ama o gülümseyiş kaybolduğunda ezilmişliği hemen görünür hale geliyor ve gerçek kimliğini açığa vuruyordu. İç Anadolu’nun en ücra köylerinden birinde yaşamış, kocasından yıllarca dayak yemişti. Babasının baskılarına ve sürdükleri kötü hayata dayanamayan kızı Ayşe on yedi yaşında intihar etmişti. Kocasından kaçtıktan hemen sonra İstanbul’a, akrabalarının yanına taşınmış ve ömrünün geri kalan kısmını hizmetçi olarak tamamlamaya karar vermiş yorgun bir insandı içinde gizlediği.
Tabakları masaya koyarken, “Yemek vakti çoktan geldi. Hanımım da gelirse sizlere güzel bir ziyafet çekecek bir sofra hazırlıyorum.” dedi. Dikkatlice koyduğu tabakların yanına çatal, kaşık ve bıçakları yine aynı titizlikle yerleştirdi.
Önce Tarık masaya geldi. Sonra ağır hareketlerle koltuğundan kalkan karısı…
Zerrin son derece neşesizdi. “Bugün onun yaş günüydü. Biliyorsun değil mi?” dedi.
“Evet, biliyorum hayatım.”
Kızının doğum gününden bir ay kadar önce daha da şiddetli bir depresyona giren Zerrin, hayatı kocasına dayanılmaz bir hale getirmişti. Tarık ise her türlü sıkıntıya alışmış, karısının verdiği bitmek tükenmek bilmeyen rahatsızlıkları anlayışla karşılamayı başarmıştı.
“O halde yapman gereken şeyi de yaptın mı?” Kadının sesi sakindi ama içinde gizlenmiş, eski bir öfkeyi taşıyordu.
“Evet, hayatım, yaptım.”
“Nasıl?” Bunu her yıl bıkmadan usanmadan ve her defasında da ilk kezmiş gibi soruyordu.
“Mezara gittim. Onun çok sevdiği kalemiyle “bir gün mutlaka geri geleceksin. Seni seviyoruz.” yazdım. Sonra o kâğıdı çakmağımla yakıp küllerini mezarın üzerine serpiştirdim.” Anlatırken adamın gözleri dolmuştu. Kızının çok sevdiği kalem, uçları değiştirilebilen, üzeri ördek resimleriyle doldurulmuş sıradan kurşun kalemlerden biriydi. Kalemi masaya koydu.
Zerrin ifadesiz bir yüzle, “Yaşasaydı bugün on sekiz yaşında genç ve güzel bir kız olacaktı.” dedi. Çatalını bir grup kızarmış patatese batırdı ve ağzına götürdü. Sonra konuşmaya devam etti.
“Bilmeceyi çok severdi. Ölmeden önce hastanede bana bir bilmece okumuştu.”
“Bunu bana ilk kez söylüyorsun.” dedi adam merakla.
“Evet. Bu onun bana söyleyebildiği son şeylerdi. Kim bilir, belki de bu konuda konuşacak gücü ilk kez kendimde buluyorum. Belki de daha anlamlı olur diye, anlatmak için on sekizinci doğum gününü seçtim.”
“Neler hatırlıyorsun o günden kalma?”
Tarık, aslında bu konuyu neden kurcaladığını da pek bilmiyordu ama sormuş bulundu bir kez. Zira bu konu ne zaman konuşulsa karısı hemen içine kapanıyor, kötüleşiyordu. Günlerce normale giremediği zamanlar olmuştu.
“Tam olarak anımsamıyorum. Parça parça. Her şey bölük pörçük geliyor aklıma. Karanlık bir tünel ya da dehliz gibi bir şey ve masmavi bir gökyüzü, anımsayabildiğim sözcükler bunlar.”
Adam merakla karısının yüzüne bakarken kadın konuşmasına birkaç sözcük daha ekledi.
“Ancak bilmecenin anlatmak istediği çok önemli bir şey olduğuna inanıyorum. Bu gün onun on sekizinci doğum günü. Önemli bir sürpriz olabilir… On yaşına geldiğinde hep on sekizinci yaş günümde önemli bir şeyler yapmak istiyorum diye düşünür dururdu. Nerden öğrenmişse, o zaman özgürlüğünü ilan edeceğini sanırdı.”
Tarık, dengesiz konuşan karısına bir süre daha sessizce baktıktan sonra yemeğine devam etti. Zerrin de artık susmuş sadece yemeğiyle ilgileniyordu.
Öğle saatlerinde yavaş yavaş kararan gökyüzü hiç kimsenin dikkatini çekmemişti. Yaşadıkları evin hemen yanı başındaki dev ağaçları sallayan şiddetli rüzgâr da öyle…
.... Devamına epub formatında ekli dosyayı indirerek ulaşabilirsiniz...
Yorum Yap