ÖLDÜREN GÖRÜNTÜLER
ÖLDÜREN GÖRÜNTÜLER
Mesut yaklaşık yarım saattir taksiden hüzünlü gözlerle dışarıyı izliyordu. Bakırköy’de, ailesinin yıllar önce Almanya’ya gitmek için terk ettiği semtte, taksiye bindiği zaman havada bir tane bile yağmur bulutu yoktu. Çevreyolu üzerinden ayrılıp, batıdan İstanbul’un şehir merkezine giriş semti kabul edilen Topkapı’ya geldiğinde gökyüzünün çehresi bir anda alt üst oldu. Önce korkunç bir fırtına çıktı, tozu toprağı birbirine katarak çevreye savurdu. Ardından göğü kapkara yağmur bulutları kapladı ve şehrin üzerine kabus gibi çöreklendi. Öylesine iç karartıcı bir havaydı ki insanlar o bulutların sanki yüzyıllardır orada olduğunu biliyorlar ve kurtulmak için ellerinden hiçbir şey gelmeyecekmiş gibi davranıyorlardı.
Birkaç dakika sonra sağanak yağmur başladı.
Mesut otuz yaşındaydı. Gençliğini hızlı ve anlamsız bir şekilde tükettiğine bir türlü inanamıyordu. ‘Göz açıp kapayıncaya kadar kısa…’ demek son derece klasikti belki ama öyleydi. Kısa ve gerçekten çok kötü bir hayat sürmüştü. Şimdi en az yetmiş yaşında yaşlı bir insanın hayattan bıkmışlığı vardı içinde. Gözlerini sıkıca kapatıp dişlerini birbirine kenetledi. Gelmesin diye direndiği yaşlar kapattığı gözlerine hücum etti.
Dışarıdaki sağanak gibi!
‘Ah Tanrım! Nasıl oldu da ben bu hallere düştüm,’ diye iç çekti.
Gözlerini açtığında çevresindeki her şey bulanık, dalga dalgaydı. Eliyle gözlerindeki yaşları sildi. Burnundan nefes alınca burun delikleri sızladı. Gözlerinin çevresi ağlamaktan iyice kızarmıştı. Yağmurun altında kaçan insanlara baktı. Tepelerine balyoz gibi inen yağmur tanelerine karşı kendilerince bir mücadele veriyorlardı. Onların sahip olduğu yaşama arzusunu bir an, içinde bulur gibi oldu. Biraz olsun sevinç ve yaşama hırsı enjekte edilmiş gibi duyumsadı ama son zamanlarda peşine takılan ölümcül problemleri yüzünden bu fazla uzun sürmedi.
Gerçekte, dışarıdaki yoğun yağmur onu çok korkutuyor, yaşam arzusunu değil hayatın kendisini emiyordu.
Gökyüzüne baktı. Hiç duracak gibi değildi. Her şeyi bir anda silip süpürecek ve tüm yaşama bir nokta koyacak gibi yağıyordu.
‘Lanet olsun! Biliyorum. Hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağım,’ son zamanlarda Mesut’un kafasından eksik olmayan düşünce buydu ve belki de onu hayattan alıkoyacak düşünce de bu olacaktı.
Bir kez daha gözlerini kapadı.
On beş yaşında, ailesi ile birlikte onları Almanya’ya götüren tren gözünün önündeydi. Çok değişik bir duyguydu yaşadığı. Çocuk sayılabilecek bir çağda, alıştığı her şeyden kopup yeni bir yaşama gidişin korkusunu duymuştu o zaman. İçini, nedeni anlaşılmaz bir karamsarlık kaplamış, orada hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşünmeye başlamıştı. Trenin çalışmaya başlayıp ilk düdüğüyle birlikte hareket edişini unutamıyordu. O an kendisini trenden dışarı atmak için dayanılmaz bir istek duymuş ancak isteğini titreyerek, dişlerini sıkarak gemleyebilmişti.
Gerçekten de Almanya’dayken okulundan, arkadaşlarından ve çevresinden aldığı yaşam keyfi hiçbir zaman aynı düzeyde olmamıştı Mesut’un. Oraya adımını attığı günden itibaren ülkesini özlemiş, İstanbul’u, Bakırköy’ün sokaklarını arar olmuştu.
O, babası ve amcası gibi hayatlarının daha iyiye gidebileceğine hiçbir zaman inanmamıştı. Almanya onları yiyip bitiren bir canavar olacaktı.
Öyle de oldu.
“Cerrahpaşa Tıp Fakültesi demiştiniz, değil mi?” diye sordu taksi şoförü.
Mesut, hemen anılarından sıyrıldı ama kendisini toparlayamadı. Uyku sersemi gibiydi. Silecekler büyük bir hızla birbirini kovalıyor, camı dövmekten yorulmayan yağmur damlalarını süpürüyordu. Yola daha dikkatli baktığı zaman anladı. Hastane yoluna girmişlerdi.
“Evet, Cerrahpaşa,” dedi sessizce.
Arabanın içindeki son dakikalarında da ağlamaklı gözlerle dışarı baktı.
Taksi, hastanenin önünde durduğunda parayı şoföre uzattı ama canı hiç dışarı çıkmak istemedi. Sanki beyni ayaklarına dışarı adım atması gerektiğini bir türlü iletemiyordu. Taksi şoförü önce yağmurdan ıslanmaktan korktuğunu düşündü. Ama Mesut’un yüzüne daha dikkatli baktığı zaman anladı. En duyarsız bir insanın bile, ‘Ne olmuş sana?’ diye soracağı bir yüz vardı aynada.
Acı ve ölümü gördü o gözlerde.
Taksiyi terk edene kadar, yaklaşık otuz saniye boyunca hiç ses çıkarmadı şoför. Sessizce bekledi.
Mesut, on yıl önce eroin kullanma alışkanlığı edinmiş ve bir türlü bırakamamıştı. İki yıl kadar önce Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olmuş ve yine orada eğitimine ve iş hayatına devam eden eski bir arkadaşının yardımıyla tedaviye başlamıştı.
Arkadaşının asistanı olduğu doktor ile psikiyatri bölümünden bir başka doktor tarafından tedavi ediliyordu. Tedavi son bir yıl boyunca aralıksız sürmüştü. İçinde olumlu değişimler hissetmesine rağmen eroinden tam olarak kurtulamıyordu bir türlü. Bu düşünce zaman zaman beynine yerleşiyor ve onu kemiriyordu. Yeniden eroin diye haykırıyordu içindeki küçük ya da büyük krizler. Kendisine gerçekten söz geçirebildiği zamanlar bu ruhuna yapışan beladan kurtulur gibi oluyordu.
Gerçekten de tedavi başladıktan bir süre sonra krizler giderek daha az sıklıkla gelmeye başlamıştı.
Mesut işte bu, kendisini temiz hissettiği anlarda hayatın yoluna girebileceğine her zamankinden daha fazla inanıyordu. Ancak kısa zaman önce gittikçe kuvvetlenen ve tam bir yaşama arzusuna dönüşen bu filiz yakın zamandaki kötü bir olayla kuruyup yok olmuştu. Hayatını ters düz eden o korkunç teşhis sonrası yine aynı boyun eğmişlik yerleşmişti Mesut’un üzerine.
Şemsiyenin altında elindeki kağıt parçasına bakıyordu anlamsızca. Yağmur suları şemsiyeye delercesine çarpıyor ve onu bir an önce içeri girmeye zorluyordu. Yaşlı gözlerle kağıdın dibindeki notu okudu. Binlerce defa okuduğu gibi…
“Yapılan tahlil sonucu kanda HIV virüsü tespit edilmiştir.”
Korkusu, bu virüsün kanında gerçekten var olduğuna dair aynı raporu bir kez daha okumak ve olası sonunu bir kez daha düşlemek zorunda kalmaktı. Böyle bir şeyi ne duymak ne de düşünmek istiyordu. Öte yandan bir yanlışlık olduğuna ve her şeyin bu kadar çabuk biteceğine inanamıyordu.
Bahçenin girişindeki güvenlik görevlilerinin oturduğu kulübede elektrikli sobanın karşısında ısınan orta yaşın biraz üzerindeki, siyah bıyıklı adamla göz göze geldi. Ne adam pencereyi açıp ona herhangi bir şey sordu, ne de Mesut adamın yanına gidip kime ve ne için geldiğini söyleyecek gücü buldu kendisinde. İki saniyelik bakışma, Mesut’un biraz ilerideki en yakın binaya doğru korku dolu adımlarını atarak yürümeye başlamasıyla son buldu.
Binaya girdikten sonra danışma masasındaki hemşireye yöneldi.
“Asistan Nedim Sancak ile görüşmek istiyorum.”
“Bir saniye bekleyin lütfen” dedi hemşire hafifçe gülümseyerek. Medeni insanların yaptığı gibi…
Ancak Mesut’un yüzündeki ölüm sessizliği genç kızın kibar ve içten görünüşünü bir anda yok etti. Hemşire, esrarengiz ziyaretçiyi meraklı bakışlarla süzmeye başlamıştı. Masasındaki kağıt parçasına bir şeyler karaladı ve gözden kayboldu. Birkaç saniye sonra hastanenin muhtelif yerlerindeki hoparlörlerden bir anons duyuldu.
“Sayın Nedim Sancak, ziyaretçiniz var. Danışmaya lütfen.”
Hemşire geri geldi.
“Birazdan burada olur. Şöyle oturup bekleyebilirsiniz,” dedi gülümsemeye çalışarak.
Mesut koyu kahve gözlerini hemşireye çevirdi ama genç kızın altın sarısı saçlarının güzelliğinin farkına bile varmadı. Bakışları kızın kahverengi, iri gözlerini deldi geçti ve sonsuzluğun ötesinde, esrarengiz bir şeyleri görür gibi oldu.
“Teşekkür ederim,” diyebildi, titreyen sesiyle.
Mesut, hemşirenin üzgün ve bir o kadar da meraklı bakışları altında tekrar geçmişe gitti.
Almanya’da babasının ayağını kırdığı günü düşünüyordu. Annesinin o sıralar canının çok çektiği meyveleri ağaçlardan toplamak için şehir merkezi dışında, koruluk bir bölgeye gitmişti arabasıyla. Ağaçta yanlış bir dala basınca kendisini yerde bulmuş ve kötü düşüşü yüzünden ayağını kırmıştı. Böyle bir şanssızlık olacak şey değildi. Çevrede hiç kimse olmadığı için arabasına nasıl sürünerek ulaştığını ve tek ayağını kullanarak arabayı nasıl getirdiğini annesine söylediğinde annesi saatlerce ağlamıştı. Hem sevgi hem vicdan azabı saklanmıştı o gözyaşlarında. Diz kapağı ile kalçasına konan metal plaka hiçbir zaman eskisi gibi yürümesini sağlamadı. Aşırı ısınma yüzünden bacakları asla güneş görmedi. En komiği de havalimanlarında metal detektörlerinde yaşadıklarıydı. Bir defasında çekinmeden pantolonunu indirmiş içindeki çamaşırla geçmişti kontrol noktasından. İki bayan güvenlik görevlisinin kahkahaya dönüşemeyen bastırılmış gülümsemelerini hep anlatır dururdu dost toplantılarında.
Babası Almanya’ya ne kadar çabuk uyum sağladıysa Mesut o derece uzaklaşmış, hatta ülkeden nefret etmişti. Daha sonra yaşadığı başka olaylar yüzünden hem Almanya’ya hem de ailesine düşmen kesilmişti. Ona göre tek neden babasının Almanya’ya gitme konusunda çok istekli olmasıydı. Oraya gitmeselerdi her şey çok farklı olabilirdi. En azından kendisi adına böyle bir kaderi olmayacağına inanmıştı.
Mesut’un, dalgın bir şekilde ayağa kalktıktan sonra, birkaç saniyedir yüzüne baktığı adam çocukluk arkadaşı Nedim Sancak’tı. Neden sonra geçmişinden sıyrıldı ve ayağa kalktı. Nedim’in elini sıktı isteksizce. Yaşama gücü parmaklarının ucundan çekilmiş, gitmişti sanki. İnsanlar mı emiyordu onun yaşam enerjisini yoksa?
Nedim ile çocukluk arkadaşıydılar. Aynı mahallede büyümüşler, birlikte oyun oynamışlar, sinemalara birlikte gitmişlerdi. On beş yaşına gelince Mesut, Nedim’e ve diğer arkadaşlarına veda etmek zorunda kalmıştı. Bir kez daha birbirlerini görüp görmeyecekleri hakkında hiç fikirleri yoktu.
Öylesine bir boşluk içinde birbirlerine el sallamışlardı garda. Ne olacağını hatta neler olabileceğini tahmin bile edemeden birbirlerinden ayrılmışlardı eski arkadaşlar. Mesut o zaman çok ağlamıştı. Galiba her şeyin farkında olan tek oydu. Gardaki Mesut’un duygusallığına şaşkınlık ve sessizlik içinde karşılık veren Nedim ve Gökhan için ayrılığının yürek titreten çan vuruşu beyinlerine çok daha sonra ulaşmıştı. Önce oyun oynamak için sonra birlikte gezmek için aradıklarında bulamadıkları zaman…
Nedim tıp fakültesini, Gökhan ise mühendislik fakültesinin elektronik ve haberleşme bölümünü bitirmişti. Her iki arkadaşı üniversitede kalmaya karar vermişler, yaşamlarının geri kalan kısmını bilime adamışlardı. Kendisinden utanıyordu Mesut. O serserinin biri olup çıkmıştı on beş yıl içinde. Aslında her şey çok basitti. Almanya ailesi ve kendisi için tam bir faciaydı. Kendisinden beş yaş küçük kardeşi Bülent’in kendi halini görüp ders almasını umuyordu.
Son zamanlarda geçmişini fazlaca düşünmeye başladığının bilicinde değildi. Beyninin derinliklerinde sinsi bir düşünce onu yavaş yavaş etkisi altına alıyor, yaşamı yakında sona erecek olan birinin geçmiş yaşamını yeniden gözden geçirmesinin ve kendisiyle hesaplaşmaya çalışmasının ne anlama geldiğini ve nasıl olduğunu düşünmesini engelliyordu. Yaşamında kısa bir süre sonra yapacağı şeyi içgüdüleriyle çoktan kabullenmiş ama bilinci bunu algılayamamıştı.
Geçmişinde sıyrıldığında kendisini Nedim’le tokalaşırken buldu.
“Hoş geldin!”
“Hoş bulduk.”
“Gel odama çıkalım,” dedi Nedim.
Nedim, arkadaşına çok önemli şeyler anlatacaktı. Bu yüzden yüzü pek fazla gülmüyordu. Mesut hakkında edindiği haberler pek hoş değildi. Mesut da hissediyordu konuşulacak şeylerin iyi olmayacağını.
İki kat yukarı çıktıktan sonra koridorda ilerlemeye başladılar. Tavana dörder metre arayla yuvarlak florsan lambalar yerleştirilmişti. Hasta odalarından uzak olmasına karşın hastanelerin ucuz dezenfektanların yarattığı, insanların psikolojisini çöküntüye uğratan koku burada da vardı. Koridorun sonunda, sol yandaki odanın kapısını anahtarıyla açan Nedim, içeri girerken;
“Müthiş şeyler öğrendim” dedi. Mesut’a döndü.
Mesut’un gözlerinde çaresizlik, bıkkınlık ve korku karışımı bir ifade vardı.
“Ne gibi?” Mesut arkadaşının öğrendiği her neyse kendi korkunç sonunu değiştiremeyeceğini duyumsadı.
“Doktorlardan birinin ilaç mafyasıyla bağlantısı var. Bu doktor üzerinde çalıştığı, özellikle yeni ilaçları mafyaya satıyor. En önemli ilacı şu sıralar araştırdığı x1.0 kod adlı ilacı. Adamlar bu ilacın güvenilirliğini test ettirmek istiyor.”
“Bütün bunların benimle ilgisi ne?”
“X1.0, bağışıklık sisteminin yeniden yapılanmasını, güçlenmesini sağlamak ve bağışıklık sistemini parçalayan virüslere karşı virüs üretmek şeklinde iki işlevi olan bir ilaç. Ama ne derece güçlü, ne derce doğru formüle edilmiş bilmiyorum.”
“Eee…” Mesut’un kafası durmuş gibiydi. Hiçbir şey anlamadı bu anlatılanlardan.
“Anlatmak öyle zor ki…” Derin bir nefes aldı ve bakışlarını Mesut’un gözlerine yöneltti. “Anla beni…” der gibiydi.
“Ne demek bu? Anlatmaya çalıştığın şeyi ne olur daha açık anlat. Artık imalardan anlayacak gücüm kalmadı.”
“Tedavi olmak için buraya ilk geldiğin zaman kanında AIDS virüsü yoktu. Sadece bir bağımlıydın. Kanın alındığında tahlilde bizzat ben de bulunmuştum. Bundan eminim. Ancak her nedense o tahlil sana açıklanmadı. En son gördüğümde, ilk tahlil sonuçların Doktor Aziz Akyazı’nın masasındaydı. İkinci gelişinde ise virüs çıktı. O arada herhangi bir şekilde bu virüsü kapmadıysan ikinci tahlilinde kanında virüs çıkması imkansızdı. Aksi gibi ben o tahlile sırasında yoktum. Bir anlamda senin kanında HIV virüsü çıkması benim suçum. Bundan dolayı ömür boyu vicdan azabı duyacağımı bilmelisin.”
Nedim’in gözleri da yaşa bulandı.
Gözyaşı bulaşıcı gibiydi.
“Aman Tanrım! Bu tahlilde de virüsü çıktı mı?”
“Evet. İki ay içinde sonradan iki tahlil daha yaptık ve hepsi aynı sonucu veriyor.”
“Peki, kanıma nasıl karıştı bu lanet virüs?” diye haykırdı Mesut. Ayağa kalktı. Sinirleri gergin bir şekilde, pencereye yöneldi.
“Doktor Aziz Akyazı”
“Ne!”
Öfke bütün gücüyle Mesut’un beynine hücum etti.
“İlk tahlilin temiz çıkmasından sonra ikincisinin gerekli olduğunu sanmıyordum ama o ikinci bir tahlil istedi. Bu yüzden ondan şüphelendim ama bu şüphe onu suçlamak için kesinlikle yetersizdi. O virüsü kanına bilerek enjekte etti. Ona göre eroin tedavin gerçekte umutsuz durumdaymış. Bu yüzden araştırmalarında seni denek olarak kullanmaktan vicdan azabı duymayacakmış.”
“Allah kahretsin! Ne demek oluyor bu? Nasıl yapar böyle bir şeyi? Zaten eroin krizleri gittikçe azalıyordu. Kurtulmak üzereydim.”
“Ona göre beynin tamamen tahrip olmuş durumda. Bünye eroini her zaman isteyecekmiş. Kan değiştirme tedavisinin de umutsuz olacağını öğrendim.”
“Peki, bütün bunları sen nasıl öğrendin?”
“Durumun boyutu beni korkutuyordu. Hastanenin araştırma geliştirme bölümü olduğu gibi mafyaya çalışıyor olabilirdi. Bu yüzden tek başıma çalışmaya karar verdim. Hiç kimseye şüphelerimden bahsetmedim. Sadece Gökhan’a bahsettim. Bir ay kadar önce durumu ona anlattığımda telefonları dinleyerek belki bir şeyler bulacağını söyledi. Ben de araştırmaya hiç başlamamaktan iyidir diye düşünerek onun teklifini kabul ettim…”
Mesut bakışlarını pencereden, Nedim’e yöneltti. Bu işe Gökhan’ın da karışması onu meraklandırmıştı. Bir an için ölümcül hastalığını unuttu.
“… Elektronik mühendisi olmasının avantajlarını iyi kullandı. Bir defalığına telefon santraline yalnız girmesini sağladım. Daha sonra santralden geçen tüm hatları bilgisayar programı yardımıyla benim hattıma bağladı. Bilgisayardaki bir diğer program ise dışarıdan arayan numarayı ve hangi iç telefonla görüştüğünü gösteriyordu. Tabii bunun tersi de söz konusu. Yani içerdeki hangi telefonun hangi dış numarayı çevirdiğini ekranda anında izleyebiliyordum.”
“Peki, doktoru nasıl tespit ettin?”
Mesut sorusunu sorduktan sonra yine pencereye yöneldi, yağmuru izlemeye devam etti. Sorunun yanıtı onun için pek önemli değildi.
“Başlangıçta birçok kişiyi izlemek zorunda olduğumu düşünüyordum. Ama en çok bizim doktordan şüphelenmiştim. İlk olarak hemşireleri eledim. Hastabakıcıları da öyle… Geriye pek fazla bir şey kalmadı. Doktorlar, profesörler ve asistan doktorlar… Ayrıca bölüm ayırımına da gittim. Çocuk hastalıklarını, ortopediyi ve konuyla ilgisi olmadığını düşündüğüm diğer bölümleri de çıkarınca izlemem gereken telefon sayısı neredeyse iki elin parmak sayısı kadar azalmıştı. Bir aylık izleme sonucu Doktor Aziz Akyazı’nın birinci dereceden sorumlu olduğuna karar verdim. Laboratuarda da iki tane yardımcısı vardı. Onlar da önce para karşılığı çalışmaya başlamışlar sonra bırakmak isteseler de bırakamadıkları için devam etmişlerdi.”
“Benim gibi bir eroinman için çok fazla çalışmışsın. Aslına bakarsan, yaşamak benim için eskisi gibi değil artık. Hiçbir şey ifade etmiyor.” Olağanüstü sakindi. Kanına bilerek öldürücü bir virüs enjekte edilen insanın daha kızgın, intikamcı duygular peşinde olması gerekiyordu ama Mesut, uzun zaman önce bütün suçu ailesine atmıştı. Yaşama sorumluluğu, yaşam gücü, onu hayata bağlayan şeyler ya da ne ise, Mesut her şeyini yitirmişti artık.
“Ne demek istiyorsun sen?”
“Babama söylediğim zaman beni hiç ciddiye almamıştı. On beş yaşındaydım ve trene binene kadar hep tekrarladım Almanya’ya girmeyelim baba ne olur diye. Almanya’ya geldikten beş yıl sonra eroinman olmuştum bile. Ne acı değil mi?” diyerek içini çekti.
Dışarıda şiddetli yağmur, ağaçların yapraklarını yere fırlatıyor ve sonra onları oluşturduğu küçük sellerle bir yerden bir başka yere savuruyordu. O küçük yapraklardan hiçbir farkı olamadığını düşündü.
“… O illeti ilk kez kullandıktan beş ay sonra üzerimde eroinle yakalandım ve iki yıl cezaevinde yattım. Sanki başıma gelecekleri biliyormuşum gibi hep itiraz etmiştim babama.
Ancak o beni hiç dinlemek istemedi. Her şeye rağmen ona kızamıyorum. Oraya gitmeyi sadece bizler için istemişti.”
“Ekonomik nedenler değil mi?”
“Doğrusu o göçün nedenlerini tam olarak hatırlamıyorum…”
Başını kaldırıp göğe baktı. Nefesini salarken ,
“… O kadar uzun zaman oldu ki… Belki de haklısın. Bizi oraya götüren parasızlığın ta kendisiydi. Amcamın bizden önce oraya gittiğini biliyordum sadece. Sanırım bize önayak olan oydu ve onun sayesinde oraya gittik.”
“Çok üzücü bir hikaye.”
“Aslında sona kadar hikayede bir terslik yok. Terslik bende,” derin bir nefes verdi. “Her neyse, olan oldu bir kere. Ölüyü diriltmenin yolu yok”
“Öyle söyleme Mesut. Sonuna kadar sana yardım edeceğim.”
Mesut pencere kenarında gözlerini yağmurdan ayırmaksızın mırıldandı.
“Şu saatten sonra her şey boşuna arkadaşım.”
“Ondan bunun hesabını soracağım. Bu olay beynimin içini bir kurt gibi kemiriyor. Bununla yatıp kalkıyorum ve olanlara bir türlü inanamıyorum. Hırs içindeyim.”
“Benim durumumda olan biri için değmez. Başını belaya sokma,” dedi umursamaz bir tavırla. Bu kadar umursamaz konuşsa da aslında umurundaydı Mesut’un. Yaşamak öyle tatlı bir şeydi ki…
Oysa ancak ölüm kapıya dayandığı zaman yaşamın farkına varabiliyordu insanoğlu. Ölüm, şimdi Mesut’un kapısına gelmişti ve o da hayatın değerini anlamıştı.
“Hayır!” diye karşı çıktı Nedim. “Sen, benim en iyi arkadaşımsın. Düşünsene, yıllarca beraber okuduk, güldük, üzüldük. Hatta ortaokulda aynı kıza vurulduk.”
Sonra bu söyledikleri yüreğine acı içinde batan birer ok oldu. Yutkunamadı boğazına takılan koskoca bir yumruk yüzünden.
“Ah! Evet, hatırladım. Adı Birol’du, değil mi?”
Her ikisinin de gözlerinde hüzün dolu bir neşe geldi.
“Pes vallahi! Nasıl da unutmamışsın sen!”
“Birol adında başka bir kadın tanımadım da ondan. İşin tuhafı soyadı bile aklımda.”
“Harika bir sarışındı,” diye ekledi Nedim.
“Boncuk gibi koyu kahverengi gözleri vardı.”
“Evet, sonunda adi herifin birine tutulup ondan da hamile kalmıştı.”
“Güzel kadınlardaki bu salakça eğilimin nedenini o zamanlardan beri merak eder dururum zaten. Neden eli yüzü düzgün birilerine ihtiyaç duymazlar da, serseri kılıklı, it kopukların peşinden koştururlar?”
“Kendilerince bir şeyler ispatlamaya çalışıyorlardır.”
“Bilemiyorum, belki de kafaları başka türlü çalışıyordur onların.” Bu arada Mesut, masa üzerine bıraktığı evraklarını toplamaya başladı. Arada sırada başına gelen felaketi unutsa da genellikle bu dünyanın insanı olmadığını düşünüyordu. Konuşup gülmek sağlıklı insanların işiydi, kendisi gibi ölüm yolcularının değil.
Tokalaşmak için elini Nedim’e uzattı.
Nedim, Mesut’un uzattığı eli tutup kendisine çekti ve sarıldı. İki damla yaş boşaldı gözlerinden. En yakın arkadaşını bu halde görmek onu eritip bitiriyordu. Bir süre öyle kaldılar. Nedim, bırakmak istemiyordu. Gözlerindeki yaşları silemiyor, Mesut’un kendisini ağlarken görmesini istemiyordu. Birbirlerinden ayrılacak gücü Mesut buldu ve kollarını gevşetip, Nedim’in yaşlı gözlerine baktı.
Şimdi her ikisi de ağlıyordu.
Mesut, daha fazla konuşmadan sessizce dışarı yürüdü ve bir anda yok oldu.
Kısa süren şaşkınlığını üzerinden atan Nedim, sokak kapısını kapatarak telefona gitti. Numarayı tuşlara basarak kodladı. Kaç defa çaldırdı bilmiyordu, ardından bir erkek sesi duyuldu.
“Alo!”
Güçlükle “Alo!” diyebildi Nedim, ağlamaklı sesiyle.
“Efendim, buyurun,” dedi karşıdaki ses. Tereddüt içindeydi.
“Ben Nedim.” Ağlamaklı sesi yüzünden Gökhan Nedim’i tanıyamamıştı.
“Nedim, sen misin?”
“Evet, Gökhan benim. O buradaydı. Birkaç dakika önce ayrıldı.”
Gökhan, hem Nedim’in hem de Mesut’un en iyi arkadaşıydı. Geçmiş yıllarda üçü birbirinden hiç ayrılmaz, birlikte gezer tozarlardı. Ölünceye dek birbirlerini yalnız bırakmayacaklarına dair verdikleri çocukça sözü hiçbiri unutmuş değildi. Bu söz, yıllar sonra değerini yitirecekmiş gibi olsa da onları birbirine sıkıca kenetlemişti.
“Ne durumda?”
“Hiç hoşuma gitmedi. Sanki aklına bir şey gelmiş de onu yapacakmış gibi ayrıldı benden.”
“Neler anlattın?”
“Doğru olan her şeyi,” dedi Nedim.
“Bilmek onun en doğal hakkı.”
“Evet, ama gerçekler onun için çok sarsıcı ve biraz da iyi şeyler duymaya ihtiyacı var.”
“Biliyorum ama o tarz konuştuğum zaman onu aldatıyormuşum gibi geliyor bana.”
“Hayır, tabii ki aldatmıyorsun. O şekilde konuşup da etkili olduğun zaman sadece biraz daha fazla yaşamasını sağlamış oluyorsun.”
“Artık çok geç galiba,” dedi Nedim sessizce.
Tam o anda kapı vuruldu. İçeri Doktor Aziz geldi. Asistanını telefonda konuşurken görünce;
“Affedersin, telefonda olduğunu bilmiyordum. İşin bitince benim odama gelir misin?” dedi kibarca.
“Tabii gelirim,” dedi bir eliyle mikrofonu kapatarak. İnsan böylesine kibar ve düşünceli görünen bir adamdan bu canavarlığı beklemiyordu. ‘Nasıl yapabildin bunu?’ diye düşünerek baktı doktora, odasından çıkarken.
Doktor kapıyı kapatarak çıktı.
“Gelen doktorumuzdu,” dedi Nedim fısıltıyla.
“Doktorumuz hakkında acilen toplanmamız gerekecek.”
“Haklısın. Şimdi onun yanına gitmem gerekiyor. Sonra görüşürüz.”
“Görüşürüz Nedim.”
Telefonlar kapandı. Nedim hiçbir şey olmamış, en büyük düşmanı, asistanlığını yaptığı doktor değilmiş gibi sakince çıktı odasından. Koridorda biraz ilerledikten sonra kapılardan birini çalarak içeri girdi.
“Hey! Hoş geldin” dedi doktor gülümseyerek. Samimiydi. “Hani bugün hasta arkadaşın gelecekti?” Nedim bir anda her şeyin sıkı bir kontrol altında olduğunu anladı.
Ne de olsa tarihi bir deneyi başlatmıştı karşısındaki doktor kılıklı şeytan. Ne söylemesi gerektiğine karar veremedi bir an için. Belki de Mesut’un gelip gittiğini görmüş, bu yüzden sormuştu. Yalan kendisini zor durumda bırakabilirdi.
“Yarım saat kadar önce buradaydı. Tedaviye artık devam etmek istemediğini bildirmeye gelmiş,” dedi. Bir senaryo uydurdu zihninde ve ardından inanması için dua etti.
Aziz, “Neden?” diye sordu sakince. Aslında o da Nedim’in kendi yaptıklarından kuşkulanmasını istemiyordu.
“Bir süreliğine Antalya’ya yerleşmek istiyormuş. Orada sörf öğretmenliği yapacak. Oranın havasının da iyi geleceğine inandığını söyledi bana.”
Gerçekten de Antalya’ya gitme fikri öteden beri Mesut’un kafasındaydı. Aynı şekilde Mesut’un çok iyi bir sörfçü olduğunu da biliyordu. Hikayesine devam etti.
“Ben de düşüncelerini doğru bulduğum için ses çıkarmadım. Eninde sonunda ölümcül bir hasta… Kurtuluşunun yüzde bir şansı varsa bile, o da bizim elimizde değil. Ancak bir mucize kurtarır onu.”
“Sen ne yaptın?” diye hafifçe çıkıştı doktor. Ancak hemen sonra sinirlenerek doğru hareket etmediğini düşünerek öfkesini bastırdı.
“Bizimle işi kalmadığını biliyorsunuz doktor. Sadece psikolojik tedavi görüyordu. Onun durumunda hiç kimse tedavi olmaya mecbur edilemez.”
“Ama onun kanında AIDS virüsü var,” diye karşı çıktı asistanına. İnsanlık suçu işlemiş gibi baktı Nedim’e.
“Merak etmeyin. Virüsü kimseye bulaştırmaz. O hassas bir insandır. Kendi düştüğü duruma başkalarını da düşürmek için uğraşmaz o.”
Nedim ses tonunu hafiften sertleştirmeye başlamıştı. Sesindeki öfke kolay olmasa da hissedilebiliyordu.
Doktor, “Eminim öyledir,” dedi hasetle. İyi bir denek kaçırdığının farkındaydı.
“Efendim, onun da bizler gibi gezmeye, eğlenmeye ve dinlenmeye hakkı var. O da bir insan ve hala hayatta. Onu diri diri tabutun içine koyamazsınız.”
Doktor Asistanın gözlerinde tarifi mümkün olmayan, tuhaf bir ifade yakaladı. Bu onu korkutmaya yetti. “Tedavi şansını kaçırmış olabilir,” diye mırıldandı ancak sonradan bu sözcükleri söylememesi gerektiğini anladı. “Ne dediniz efendim? Nasıl bir tedavi bu?” “Yok canım… Hiçbir şey… Bir an için AIDS hastası olduğu aklımdan gidiverdi.. Son günlerde fazla yoruluyorum, bu yüzden ara sıra saçmalayabilirim. Kusuruma bakma benim.” Nedim kısa bir süre doktora baktı. Düşündüklerinde haklıydı. Daha ilacının denemelerini tamamlayamamıştı. Zayıf bir ihtimaldi belki ama doktora göre Mesut o hastalıktan kurtulabilen ilk insan olacak ve kendisi de adını tıp tarihine altın harflerle yazdıracaktı. Sonunda öyle bir şey olamayacağından iyice emin oldu. Doktor salt kişisel başarı peşindeydi ve onun bu anormal açgözlülüğü arkadaşının yaşamına mal olacaktı. Daha fazla beklemeden doktordan izin istedi ve dışarı çıktı.
Nedim odasına geldiğinde kusmak üzereydi. Artık doktor Aziz ile çalışmaya dayanamıyordu. Onun yüzüne baktığında iğrenç suratlı bir yaratık görüyordu. Bond tipi çantasına birkaç parça evrak koyduktan sonra önlüğünü çıkarıp dolabına astı. On beş dakika kadar sonra hastane dışındaydı. Otoparkta bekleyen arabasına doğru giderken yağmurun hafiflemişti.
2
Gökhan, “Mesut’u ziyaret edelim mi?” diye sordu. Elinde portatif bir kamera tutuyordu. Nedim bu ziyaretinin nedenini tahmin etmekte zorlanmadı. Gökhan’ın niyeti, Mesut’u hiçbir zaman yalnız bırakmayacaklarını, dostu olduklarını ona her fırsatta göstermekti. Nedim, “Gidelim,” dedi sevinerek. “Mesut’un durumu hakkında ne düşündüğünü, neler hissettiğini biliyorum. Ama o bir çeşit cinayete kurban gidiyor. Bu konuda bizim yapmamız gereken bir şey var. O henüz hayatta iken onun intikamını almak.” “İntikam mı?” Nedim, şaşkınlıktan küçük dilini yutmak üzereydi. Gözbebekleri büyüdü birden.
“Bir planım var ve kabul ediyorum ki bizim gibi insanlar için korkunç bir oyun. Ancak hiçbir şey yapmadan durmayı içim elvermiyor. Eğer kabul edersen bu planda görevin büyük kısmı sana düşecek. Korkmuyorum ve bu işte varım diyorsan bu gece Mesut’tan döndükten sonra ayrıntıları sana anlatırım.” Gökhan taşlaşmış, ifadesiz gözlerle Nedim’e bakıyordu. Kıvırcık saçları ile çevrili yuvarlak yüzünün sevimliliği kaybolmuş, yerine dudaklarından ölüm dizeleri dökülen bir ölüm meleği gelmişti. Oturduğu koltuktan kalktı. Balıkçı yaka beyaz bir fanila üzerine geçirdiği v yaka dar kazağın altında vücudunun sert hatları belli oluyordu. Gökhan, Nedim’in ağzından çıkacak yanıtın, ruhlarını ya sonsuza kadar işkence içine atacağına ya da rahatlatacağına inanıyordu. Arkadaşları öldüğünde en azından birbirine, ‘Biz de onun için bir şeyler yaptık,’ diyebilme şansı yakalayacaklardı. Nedim biraz önceki şaşkınlığından çabuk sıyrılmıştı. O da arkadaşıyla aynı düşünceleri, duyguları paylaşıyordu. Bu konuda başka tek kelime bile konuşmadan anlaştılar. “Varım. Her zaman varım Gökhan,” dedi Nedim. Odada kısa bir an buz gibi bir hava esti. İçlerinden bir şeyi söküp götürdü. Her ikisi de Mesut’un henüz kaldırılmamış cesedini ve belki kimsenin gelmeyeceği ıssız bir camide sessiz bir cenaze töreni hayal ediyordu. Arkadaşlarının cenazesini, toprağa verilişini düşünmek yüreklerini daha da katılaştırdı. “Hazırlan. O çocuğu bir dakika bile yalnız bırakmayı gönlüm el vermiyor.” “Benim de,” dedi Nedim usulca. Kaya gibi sert görünüşü, gözlerinde biriken yaşlarla yumuşadı.
İki genç ellerinde çantalarla dışarı çıktılar. Gökyüzünde bir tane bile yıldız görünmüyordu. Ancak dolunayın kuvvetli ışığı, siyah yağmur bulutlarının seyrelmiş yerlerinden sıyrılıyor, dünyadakilere karanlığın içinde de ışığın var olabileceğini hissettiriyordu.
3
Mesut kapıyı yavaşça açtı. “Hey! Bak kimler geldi sana,” diye haykırdı Gökhan neşe içinde. “Evet, haklı. Gerçekten de biz geldik,” diyen Nedim de gülüyordu. Oysa Mesut onların da acı çektiğini çok iyi biliyor ve bundan üzüntü duyuyordu. Hatta onların duyduğu üzüntüden kendisini sorumlu tutacak kadar naif bir yapısı vardı. Mesut da gülümsedi tiyatroya katılarak. Gökhan, “Birkaç şişe biraya ne dersin?” diye araya girdi. Elindeki süt beyazı rengindeki poşet içindeki bira şişelerini havaya kaldırmıştı. Biraz efkar dağıtmayı çok görmemişlerdi kendilerine. “Fena fikir değil, gelsenize içeri çocuklar.” Son zamanlarda sık yaşadığı buruk sevinçlerinden birini yaşıyordu. “Sen gelme desen de biz zaten geldik oğlum,” dedi Nedim.
Üç arkadaş gülerek içeri girdiler. Oturma odasında, televizyonun karşısına keyifle kuruldular. Kısa bir süre sonra televizyondaki sıra işi macera filmi ilgilerini çekmeyince konuşmaya başladılar. Birkaç kelimeden sonra Gökhan; “İsterseniz televizyonu kapatalım,” şeklinde bir öneride bulundu. “Bence uygun, sen de izlemiyorsun değil mi Mesut?” “Hayır, hayır. İzlenecek bir film değil zaten.” Ayağa kalktı. “Ben size bardak ve çerez getireyim.” Mutfağa giderken, son zamanlarda onu hiç terk etmeyen korkunç düşüncesi yine saplandı beynine. Tüyleri ürperdi. İlk kez kanında HIV virüsü bulunduğunu öğrendikten sekiz saat sonra, evinde yalnızken tanışmıştı bu düşünceyle. Sonra olur olmaz yerlerde, durup dururken aklına gelivermeye başlamıştı. “Çabuk gel, susadık artık,” diye bağırdı Gökhan. Mesut bir anda kendine geldi. Karanlık düşüncelerinden sıyrıldı. “Geliyorum…” diye bağırdı mutfaktan. Yaklaşık iki saat kadar sonra biraları tükenmiş, konuşacak konuları da azalmaya başlamıştı. Bu süre içinde Mesut, öldürücü virüsü taşıdığını, Nedim ve Gökhan da arkadaşlarının ölüm yolcusu olduğunu çoğunlukla unutmuştu. Vakit ilerledikçe usul usul çöken sessizlik onlara, gerçeklerin dondurucu soğuğunu yüreklerinde hissettirdi. Yaşamın ötesindeki bilinmezlik kafalarını sessizce işgal etti. “Yarın fakülteye gelebilir misin Mesut? Laboratuar çalışmalarımda bana yardımcı olmanı isterdim,” diye sordu Gökhan. Sessizliği bozmak için konuşmuş gibi görünmüştü.
Teklif Mesut’a oldukça ilginç geldi. Bir kez daha hasta olduğunu unuttu. “Tabii ki gelirim,” dedi hafifçe gülümseyerek. Arkadaşlarının hala ondan bir şeyler istemesi hoşuna gitmişti. “Lisansüstü eğitimim bitmek üzere. Bu yüzden bölüm başkanlığına bir proje vermeliyim.” “Hey! Bundan daha önce hiç söz etmemiştin. Proje ne konuda?” diye sordu Nedim. “Aslına bakarsanız biraz uzmanlık alanım dışında kalıyor. Duyunca şaşıracaksınız.” “Çatlatma bizi Gökhan. Söyle şunu,” diye ısrar etti Mesut. Şu anda tan da eski günlerdeki gibiydi. Neşeli ve hayat dolu… Son zamanlarda kendisini bu şekilde pek hissedemiyordu. Olsa bile anlık yaşanıyordu bu tür hisler Mesut’un içinde. “Projem, hologram görüntülerin sinema teknolojisine uyarlanması ile ilgili.”
“Hologram da nedir?” Mesut konuya oldukça yabancı olduğu için hiç düşünmeden sorma gereğini duydu. “Görüntülerin üç boyutlu olarak kaydedilmesi ve yine üç boyutlu olarak boşlukta gösterilmesi diye kısaca özetleyebiliriz. Yaklaşık bir yıl kadar önce konuyla ilgili bulabildiğim kadar yazıyı ve kitabı okuyarak başladım çalışmaya. Bilgi düzeyimi yeteri kadar yükseltince dekanlık bana bu iş için özel olarak düzenlenmiş bir laboratuar ayarladı. Ben de cisimler üzerinde birkaç küçük deneme filmi çektikten sonra insanlı ve konulu bir şey çekmeye karar vermiştim. Bir anda aklıma sen geldin Mesut.” “Fena fikir değil hani. Ne zamandan beri karakter oyuncusu olmak istiyordum.” “Ücret işini görüşmeden film çektirme derim ben,” diye araya girdi Nedim. “Bu adam seni ucuza oynatır, sonra demedi deme bana.” Gülüştüler. “Ücret önemli değil. Gökhan için her şeyi yaparım” Gökhan ve Nedim’in içi sızladı bu sözlerle. Şimdi her zamankinden daha çok bir şeyler yapmaları gerektiğine inanıyorlardı Mesut için. “Saat kaçta gelmem gerekiyor?” “Saat ikide. Maslak’taki kampusu biliyorsun. Girişte seni bekliyor olacağım.” “Anlaştık. İkide, kampus girişinde” Gökhan, çantasından portatif kamerasını çıkardı ve içine boş bir bant koydu. Kamerayı çekime hazır hale getirdikten sonra hiçbir şey söylemeden Mesut’u çekmeye başladı.
“Hey! Ne yapıyorsun sen?” Mesut ayağa kalkıp kollarını iki yana açarak arkadaşına gülüyordu. Kahkahayla hem de… “Harika bir fikir bu,” diye atılan Nedim, kolunu Mesut’un omzuna koydu. Gökhan bir yandan çekim yaparken öte yandan konuşmaya başladı. “Evet, Mesut Bey, yakında hologram çekimler üzerine ilk ve en derin çalışmayı yapacak olan ilk Türk bilim adamına yardımcı olmak konusunda düşünceleriniz nelerdir?” Mesut utangaç bir şekilde gülümsedi. “Bence harika bir olay… Mutluyum, gururluyum,” dedi olayın gerçekleşeceğini hayal ederek. Gökhan’ın gerçekten parlak bir zekaya sahip olduğunu düşünüyordu. Kendisini olayların akışına bıraktı ve ekledi. “… Her şeyden önce böyle bir arkadaşım olduğu için kendimi ne kadar şanslı saysam azdır. Onun bu başarısını hayatımın sonuna kadar herkese gururla anlatacağım.” Nedim’in içini soğuk bir ürperti kapladı. Sözcükler beyninde yankılandı. “…hayatımın sonuna kadar…” Doktorun konuşmalarını anımsadı. ‘…onun eroinden kurtulması imkansız olduğu için çim rahat…’ ‘…hayatın sonu…’, ‘…ne kadar daha yaşayacak acaba?’ Kısa bir sessizlik girdi araya. İnsanın kanını donduracak kadar soğuktu bu sessizlik… Nedim, suskunluğun daha fazla uzamasına izin vermedi. “Evet, ben de arkadaşımla gurur duyuyorum ve umuyorum ki, proje tamlandığında üçümüz birlikte bu başarıyı kutlarız.” Yine gülüşmeler yükseldi. Alkolün de etkisiyle, hüzün aralarında pek fazla varlık gösteremiyordu. Kendilerini neşelendirmeye şartlamışlardı bu gece. “Nedim Bey şimdi sıra sizde,” diyen Gökhan kamerayı Nedim’e uzattı. “Şu düğmeye bastığın zaman çekim başlar. Aynı zamanda içinde yanıp sönen bir kırmızı ışık göreceksin. Aynı düğmeye bastığında kayıt sona erer. Hadi bakalım göster kameramanlığını.” “Peki, senden çok daha iyi bir çekim yapabileceğimi şimdi göreceksin bay hologram.” Üç arkadaş gece yarısına kadar eğlenmeye devam ettiler. Mesut zaman zaman içinde bulunduğu gerçekleri anımsayıp kendisini kötü hissettiyse de bu durumun onu fazla etkilemesine izin vermedi. Harika bir akşam yaşamıştı en sevdiği iki arkadaşıyla birlikte. Nedim ve Gökhan sabaha karşı ikiye doğru ayrıldılar. O gece Gökhan’ın hazırladığı planın ilk adımları atılmıştı. Eve giderken Gökhan planını anlattı ve iş bölümü yaptılar. Planı en ince ayrıntısına kadar hesapladılar ve nasıl uygulanabileceği konusunda görüşlerini birbirlerine anlattılar. Keşke ellerinden daha fazlası gelebilseydi. Keşke onu kurtarabilselerdi. Yolculuğun son on dakikasında hiç konuşma olmadı. Arkadaşlarının içinde bulunduğu ölüm çaresizliğinin nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
4
Nedim ertesi sabah erkenden altıda hastaneye geldi. Odasına girdi ve sessizce kapısını kilitledi. Dolabının kilitli kapısını açıp içinden kasetçaları çıkardı. Yanında bir kulaklık getirmişti. Fişini kasetçalara soktuktan sonra kulaklığı başına geçirdi. Ses ayarı yaptı ve yapılmış kayıtları dinlemeye başladı. Doktor Aziz’in ilaç mafyası ile olan bağlantılarını konu alan bütün konuşmalarını, karısıyla yaptığı konuşmalar da dahil olmak üzere hepsini dinledi.
Karısı da bir doktordu ve aynı hastanede çalışıyordu. Bu çalışmalar sırasında doktorun karısı ile olan ilişkilerinin ne durumda olduğunu öğrenmişti Nedim. Yaklaşık bir saat kadar sonra yeteri kadar bilgi topladığına inanarak eşyalarını tekrar dolabına kaldırdı ve kapısını kilitledi. Not aldığı kağıtları cebine soktu.
Doktor ancak iki ya da üç saat kadar sonra gelirdi. O saate kadar koltuğunda kestirmeyi düşünüyordu. Gecenin yorgunluğunu biraz olsun şimdi alacağı uyku ile çıkarabilirdi. Çok geçmeden uykuya daldı. Mesut saat tam onda uyandı. Dün akşamki yarı hüzün yarı neşe dolu saatleri anımsadı yatağında gerinirken. Uyku sersemi olduğu halde Gökhan’a verdiği randevuyu çok iyi anımsıyordu. Ne de olsa bütün gece o randevuyu düşünerek uyumuştu. Nasıl bir çalışma olacağını çok merak ediyordu.
Ancak bütün gece düşünmeyi ihmal etmediği başka bir şey daha vardı. Kanında sinsice dolaşıp tek hedefi bedeninin direncini kırmaya çalışan HIV virüsüydü. Korkunç bir şeydi bu. Günün ilerleyen saatlerinde, bilinci yerine geldikçe durumunu daha dikkatli düşünecek ve kafasının bir köşesinde bekleyen sinsi düşünceye esir olacak kadar iradesi zayıflayacaktı. 5 Otuz yıllık hayatını baştan sona gözden geçirmiş ve nerede hata yaptığını bir türlü bulamamıştı. Zayıf iradeli olduğunu, babasına hiç benzemediğini kabul ediyor ancak yine de hatanın en başta babasına ait olduğunu düşünüyordu. Kim bilir belki de sorumluluktan kaçıyordu. Suçu babasına atmakla kendisinin masum olması gerektiği gerçeği apaçık ortaya çıkacaktı.
Aslında bir türlü görmek istemediği gerçek, eroine başlarken aklının sesini hiç dinlememiş olmasıydı. Seyreltilmiş eroinin damarına şırıngalanmasına izin verirken tek düşündüğü şey hiç tanımadığı genç bir Belçikalı kızla eğlenceli vakit geçirmek adına onun isteğini geri çevirmemekti. Sinsi düşünce yine saplandı beynine. ‘Acaba nasıl yapabilirim?’ diye geçirdi içinden. Silah ile kafasına bir kurşun sıkarak mı, yoksa zehirli gaz soluyarak mı en acısız bir şekilde kendisini yok edebilirdi? Veya bir kutu uyku ilacı daha mı iyi bir çözüm olurdu? Yok… Yok olamaz.
Uyku hapı daha kadınsı bir son olacaktı. Arkasından neler söylerdi insanlar sonra, hele hele bir de AIDS’li olduğunu öğrendiklerinden sonra… Ya da yüksek bir binadan atlamak… Ama yere çakılana kadar, eğer havada ölmezse, korkacak vakti olurdu. Korkmaya vakit olmadan, aniden ölmek istiyordu.
O an çok korktuğunu, ölümle yüz yüze gelmenin hiç de o kadar kolay olmayacağını fark etti. Yataktan kalktı ve banyoda elini yüzünü yıkadıktan sonra kendisine çay suyu koydu. Sonra yatağını şöyle bir topladı ve yine yattığı odada bulunan küçük, yuvarlak masaya kahvaltılık bir iki parça taşıdı. Çayı da demledikten sonra radyoyu açıp masaya oturdu.
Radyoda çalan hafif müzik sessizliği dağıtırken kahvaltısından bir şeyler yemeğe başladı. O an ölümden korkmadığını, içinde bir yerlerde böyle bir gücün varlığını duyumsadı. Bu duygu yavaş yavaş güçlendi ve onu gerçek anlamda esir aldı. İntihar edecekti ama bunu şimdi yapmamalıydı. En azından arkadaşlarına verdiği sözü yerine getirmeliydi. Daha sonra en uygun zamanda ve yerde ortadan kaybolurdu. Sonsuza dek… “Eğer şanslıysam arkamdan ağlayacak birkaç kişi bulurum,” diye mırıldandı. Sonra gözyaşına boğuldu.
6 Doktor Aziz Akyazı hastanedeki odasına saat dokuzda gelmişti. Nedim, doktorun koridordan gelişini kapı aralığından izliyordu. Hiç bu kadar geç kalmazdı. Bunun nedenini öğrenmek için hemen doktorun odasına gitti. “Günaydın efendim! Hayırdır, bugün biraz geciktiniz.” “Evet ya! Haber veremediğim için kusura bakma.
Sabah bizim kayınbirader rahatsızlanmış. Ona gidip baktım. Neyse ki önemli bir şeyi yok.” “Önemli olmadığına sevindim. Geçmiş olsun.” “Sizde ne var ne yok? Ben yokken önemli bir şey oldu mu?” “Bizi ilgilendiren acil bir olay yok. Ancak ilginizi çekecek başka bir haberim var. Mesut Özcan tedavi olmak üzere geri geliyor.” “Öyle mi? Bak bu güzel haber işte,” dedi doktor. Sevincini saklamaya çalıştıysa da gözlerindeki şeytanca parıltı onu ele verdi. “Evet, hiç olmazsa psikolojik destek alırsa belki biraz daha uzun yaşar.”
Nedim, hemen oracıkta doktorun boğazını sıkmak için sabırsızlandı. Oysa doktor çılgınca, “Kim bilir, belki de onu bu korkunç virüsten kurtarıp normal yaşama dönmesini sağlayabiliriz,” diye karşılık verdi. “Bu imkansız,” dedi Nedim, umutsuzca gülümseyerek. Acı gülümseme dudaklarında dondu kaldı. “Hiç belli olmaz Nedim, bilim bu,” dedi ellerini iki yana açarak. Gerçekten de umutluymuş gibi davranıyordu.
“Bunu nasıl yapacaksınız peki? Bütün dünya sürekli araştırıyor ama daha virüsün nasıl yayıldığını kimse anlayamadığı gibi, yayılmayı durdurup virüsü yok edecek herhangi bir ilaç bulunamadı bile.” “’Bilim’ dedim ya Nedim. Dünyayı ilgilendiren bir sorun vardır. Ama sorununun yanıtını kimin bulacağını kimse kestiremez.
Ülkemizde de nice dahi doktorlar var. Bu buluşu yapan neden biz olmayalım?” dedi. Son cümlede gizli kalmış megalomanlığı fark etmek çok güçtü. Ancak Nedim doğru yolda olduğundan iyice emin oldu. Bu adam uygulamaya koydukları planı çoktan hak etmişti. Şimdi, eğer tahmin ettiklerinde haklıysa, hemen bir yere telefon açacaktı. Ruhunu, şerefini hatta Hipokrat yeminini sattığı insanlara… Hastasının geri geldiğini, deneylere başlayabileceğini söyleyecekti. Onun bu kadar manyak olabileceği aklının ucundan bile geçmemişti bu güne kadar.
Doktor odasına girdikten sonra yavaşça kapısını kilitledi. Güvenlikte olduğundan emin olmalıydı. Avını yakalamış tilki iştahıyla yalanarak sırıtıyordu. Masasına oturdu ve telefonu yanına çekti. Nedim, bilgisayarın filtreli ekranına bakarak, elini sarıya çalar kahverengi saçlarının arasında sıkıntıyla dolaştırdı.
Bilgisayar ekranında parlayan ışıklar gözlerine yansıdı. Derin bir nefes aldı ve Mesut kod adlı programı çağırdı. Sonra, dolaptaki cihazını aldı. Cihazın fişlerini telefonla bilgisayar arasına taktıktan sonra programla ilgili gerekli tuşları tıkladı. Doktor kendi odasında heyecan içinde numaraları çevirmeye başladı.
Nedim’in bilgisayarındaki yazılar hızla değişti. Hastanenin iç numaraları tek tek ekrana dizildi. Her bir iç numaranın yanında kime ait olduğu ve bir de açık ya da kapalı olduğunu belirten yazıları vardı. Doktor Aziz Akyazı’nın da telefonu açıktı. Programın bir başka seçeneğinde DİNLEME/KAYIT seçenekleri vardı. Dinleme ve Kayıt seçeneğini tuşladı. Program tekrar sordu.
“”Hangi numarayı dinlemek istiyorsunuz?” Nedim, doktorun numarasını kodladı.
Masasının çekmecesine yerleştirdiği teyp harekete geçti. “Kuş yuvaya döndü.” Nedim’in duyduğu bu ses doktorun sesiydi. “Ne yapacağını biliyorsun. Eğer söylediğin kadar ilacı bulmaya yakınsan hemen onu tedavi et. Böylece bizden almış olduğun avansı hak ettiğin gibi, ilacın satışıyla da korkunç bir para kazanırsın.” Bu da onu ele geçirmiş şeytanın… “Bundan emin olabilirsiniz. Onun içindeki virüsü yok etmek benim elimde,” dedi hırsla.
Her ne kadar doktorun bir megaloman, bir hain olduğuna karar verdiyse de sağduyusu böyle bir şeye inanmasını güçleştiriyordu. Böyle bir göreve gelmiş, belli bir kariyere sahip bir insanın bu derece küçülmesine inanamıyordu. “Muhakkak o ilacı bul. Bulduğun zaman seni krallar gibi yaşatırız,” dedi esrarengiz ses.
“Çok parası olup da böyle bir ilaca ihtiyacı olan çok manyak var bu ülkede. Ayrıca patent gelirlerini de unutma.” “Bundan eminim. Şimdi çalışmalarıma yeniden başlamam gerekiyor. Sizi daha sonra ararım Ömer Bey.” Telefondaki şahıs isminin söylenmesinden rahatsız olmuş gibi homurdandı. “Telefonlarda gereksiz detaylara girmeyelim demiştim sana.” “Ah! Evet, çok üzgünüm ama önemli bir şey olacağını sanmıyorum. Kim dinler bizlerin telefonunu.” “Ne olursa olsun. Sen tedbirini elden bırakma,” dedi ağır ve çatlak bir tonda. Başka bir şey söylemeden telefonu kapadı. 7 Mesut Kadir Özcan saat tam dörtte kampüsten ayrıldı.
Gökhan’ın en az iki saatlik işi olduğunu öğrenince beklemek istememişti. Hava yağışlı değildi ama buz gibi soğuk bir rüzgar esiyordu çevrede. Yolun karşı yanına geçtikten sonra ilk işaret etiği minibüse bindi. Gökhan ile geçirdiği saatleri düşünüyordu. Çok ilginç bir çalışma olmuştu Mesut’a göre. Eski püskü pijamalar giymiş, kolundan sarkan bir şırınga ile yürümüştü. Asıl anlayamadığı şey
Gökhan’ın böylesi garip görüntülerle okul yönetimine nasıl bir proje sunacaktı? Konuşmaları düşündü. Onlar da son derece garipti. “Bunun hesabını vereceksin…” dedirtmişti Gökhan. Bunun gerçekte anlamı ne olabilir diye düşündü uzun uzun. Sonra, ‘Sen de benim gibi olacaksın.’ ‘Seni almaya geldim’ gibi bir sürü garip cümleleri tekrarlayıp durmuştu. Bu cümleler kime söylenmişti? Kime, ne anlam ifade edecekti?
Belki hiçbir anlamı yoktu. Sadece iş olsun diye yapmıştı Gökhan bunları. Ne de olsa arkadaşları şakayı seven insanlardı. Eh, bu da amatör bir film olacaktı eninde sonunda. Evine dönene kadar, zaman zaman kendi hastalığını ve içine düştüğü bunalım sonucu intiharı düşündü. İntihar etmek aklına geldiği zaman en çok nasıl ölmesi gerektiği kendisini zorluyordu. Onu ölüm düşüncesine saplayan olayı unuttuğu zaman aklına arkadaşları ve Gökhan ile yaptığı çalışmalar geliyordu. Sonra yine intihar düşüncesi ve tabancalar, zehirli gazlar, yüksek binalar… Ölüm ile hayat arasında hiç kimsenin gidip gelemeyeceği kadar sıklıkla gidip geliyordu Mesut. Sıkıntı içinde evine geldi ve kasetçalara en sevdiği kasetlerden birini koyarak bunalımını unutmaya çalıştı. 8 Doktor Aziz o akşam her zamanki saatinde evine gelmişti.
Hiç çocuğu olmamıştı doktorun. O yüzden evde kendi çocuğu tarafından karşılanma umudunu yıllar önce kaybetmişti. Çocukları olmayışının nedeni kendi kısırlığıydı ve uzunca bir süre tedavi olmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Bu sorunu kafasında büyütmüş, cinsel yaşamına da yansıtmıştı. Son on yıldır karısıyla hiçbir teması olmamıştı doktorun. Aslında birkaç yıldır da karısının kendisini bir gençle aldattığını biliyordu ama bu duruma itiraz etmiyordu. Karısı çocuk doktoruydu ve otuz sekiz yaşındaydı. Oldukça tuhaf bir aile yaşamı vardı doktorun. Akşam eve geldiğinde, karısı ile yemek masası kurulana kadar pek fazla konuşmaz, yemek sırasında da, ya yemeği beğenip beğenmediğini söyler ya da ‘Tuzu verir misin?’,
‘Başka ekmek var mı?’ gibi kısa sorular sorardı. Bunun bir nedeni de, zihninin, karısının genç aşığının o gün neler yaptığı ile meşgul olmasıydı. Karısıyla oturup konuşması gerektiğini biliyor ancak kendi hırsına yenilip, sadece düşünüyor ve sinirleniyordu. Düşündükçe ruhsal dengesi her geçen gün bozuluyordu.
Kısır döngüden başka bir şey değildi içinde bulunduğu durum. İleriye doğru adım atmadıkça içinden çıkılmaz bir bataklıkta dolanıp duracağının farkındaydı. Karısına baktı düşünceli gözlerle. Otuz sekizlik güzel bir sarışın. Saçları düz, yandan taranmıştı. Omuzlarının üzerine dökülmüş, yüzünü kapattıkça her fırsatta geriye doğru atardı havalı bir şekilde. Biraz eski moda gibi görünüyordu ama vücudu genç kızlığında olduğu gibi hala capcanlı, fıkır fıkırdı. Kendisine lanet etti. Cinsel açıdan hiçbir zaman güçlü ve arzulu bir erkek olamamış, bu durum onu iktidarsızlığa hatta kadın türüne karşı ciddi bir soğukluğa sürüklemişti.
Karısının bu kadar güzel olmasından, erkeklerin ilgisini çekmesinden nefret ediyordu. Aslında Aziz Akyazı erkeklerden nefret diyordu. Özellikle genç erkeklerden. Onlardan birisi karısını elinden almıştı. Elinden gelse onları en hassas ve güçlü zehirle öldürür, can çekişmelerini zevkle izlerdi. Hemşirelere sulanan hasta ziyaretçilerinden, hastalara ve kadın doktorlarla ilişkiye girmeye çalışan erkek meslektaşlarından da nefret ederdi.
Aslında onun kin duymadığı hiç kimse yok gibiydi. Kadınsı yanı biraz daha ağır bassa eşcinsel bir sapık da olabilirdi. Mesut Özcan için de kabul etmese de aynı duyguları beslemişti. Eroin tedavisinde her zaman için bir umut vardı.
Dirençli hastalar zor da olsa, uygun bir tedavi ile eroinden kurtulabilirdi. Yeter ki bu alışkanlıktan kurtulabileceklerini ilk önce kafalarının içinde kabul edip zor günlere dayanmaya niyetli olsunlar. Gençlere olan nefretinden dolayı her ne olursa olsun ona HIV virüsünü zaten verecekti. Mesut’un en büyük şanssızlığı tedavi için kendisi gibi bir doktoru bulmasıydı. Yemekleri bitmişti. Karısı “Tatlıları getireyim,” diyerek mutfağa yürüdü.
Dizlerinden yirmi beş santim yukarıdaki pilili mini eteğin salınışına ve bacaklarındaki ten rengi çoraba baktı. Kim bilir hastanede her gün kaç kişi karısına sulanıyordu ya da arkasından iç çekerek bakıyordu? Keşke karısının aynı hastanede çalışmasına izin vermeseydi.
Yumruklarını sıktı. O bir başka hastanedeyken zihnine bu hastalıklı düşünceler saplanmayacak mıydı? Düşünceleri aniden çalan telefon ziliyle kesildi.
Şaşkınlıkla baktı telefona. İkinci zil sesinde karısı içeri girdi. “Bakacak mısın?” diye sordu kadın. “Sanadır,” dedi imalı bir şekilde. “Ne demek istiyorsun?”
“Sen daha iyi anlarsın. Evin içinde çıplak dolaşmandan belli! Kafan hep aynı şeyle dolu değil mi?” “Sen manyaksın Aziz.” “Yalan olduğunu iddia edebilir misin? Hastanede herkesin dilindesin.” Kadın başka bir şey söylemeden telefona baktı. Kendi sevgilisi olmaması için dua ediyordu. Bir yandan da nerede hata yaptığını düşünüyordu.
Acaba birisi onu sevgilisiyle görüp, kocasına mı söylemişti? Kim bilir? Belki de ta başından beri biliyordu bir sevgilisi olduğunu.
Doktor, merak içinde izliyordu karısının hareketlerini. Belki de o jigolo telefonda ne kadar aptal bir kocası olduğunu söyleyip gülüyordu. Her şeye rağmen bu evliliği sürdürmesindeki amaç, hem itibarını hem de parasal gelirini devam ettirmekti.
Ancak ne var ki kadın sahip olduğu servetin kontrolünü kocasına vermek niyetinde olmamıştı hiçbir zaman. “Telefon sana,” dedi karısı.
“Bana mı?” Şaşkın gözlerle karısına bakarak yerinden kalktı. Telefonu eline alana kadar bir şeyi yoktu. Telefondan gelen erkek sesini tanımamıştı. Adam; “Sonun geldi,” dedi buz gibi bir sesle. Doktor bembeyaz kesildi.
Korkudan titreyen sesiyle, “Siz de kimsiniz?” dedi. “Ömer’in patronuyum. Amerika’dan yeni geldim ve bu arada bizimkileri bayağı önemli bir konuda kandırmış olduğunu öğrendim.”
“Ne? Ne demek istediğinizi anlamadım ama ben hiç kimseyi aldatmadım.” Karısı o an mutfaktaydı. Bu sözcükleri duymadığı iyi olmuştu. Telefonu kablosuyla birlikte taşıyıp, kendi çalışma odasına girdi.
“Bu gün Amerika’da bile AIDS hastalığını yenen yok. Sen nasıl olyur da bu kadar iddialı olabiliyorsun? Hastayı ölümden kurtaracak ilaçlardan söz ediyorsun.” “Sanıyorum HIV virüsünü öldürecek aşıdan bahsediyorsunuz.” Daha bilgiç şekilde konuşup karşısındakini kandırmayı deneyecekti.
Karşıdaki ses, “Evet, senin HIV dediğin lanet virüsten bahsediyorum,” dedi sinirli bir şekilde. “Çalışmalar yapıyorum…” Sesi bu defa belirgin bir şekilde tedirgindi. Adamı kandıramayacağını anladı. “… Elimde bir takım bulgular var.
Virüsü yok etmese bile gelişmesini durduracak ve bağışıklık sisteminin yeniden kazanılmasını sağlayacak bir ilaç üzerinde çalışıyorum.” Ancak, söylediklerine kendisi bile inanmamıştı. Çünkü en azından çalışıyorum dediği bu konu üzerine yeteri kadar eğilmiyordu bile. Onun asıl sorunu genç erkeklerdi.
Önüne geçilmez bir hırsla onları kurtarmak yerine yok etmek istiyordu. Mafya için arada sırada iyi bir şeyler yaptığı zaman hem kendi amacına hizmet ediyor hem de para kazanıyordu. Yine Mesut geldi aklına ve “Kim bilir o eroin partilerinde kaç kadınla düşüp kalktı,” diye mırıldandı. “Efendim?
Ne diyorsun be salak herif?” “Ha! Yok… Yok, bir şey canım. Size herhangi bir şey demedim.” “Bu iş için bizimkilerden avans almışsın.” “Evet, biraz aldım.” “Bana bu konuyla ya da başka bir şeyle ilgili iyi bir ilaç üret. Aksi halde kelleni alırım senin.”
Doktor biraz daha korktu. Ses oldukça ciddi geliyordu. Belki gerçekten adam bu işe inanmıyordu. Belki de aldığı parayı geri isteyecekler de almadan önce biraz korkutmayı uygun görmüşlerdi. “Merak etmeyin efendim. Size en kısa zamanda bir ilaç sunarım. Üzülmenize hiç gerek yok.” “Merak etmiyorum serseri. Ha, aklıma gelmişken, karının ne dolaplar çevirdiğinden haberim var. O, uzun boylu esmer hastabakıcının yerinde olmak isterdim doğrusu.”
Karşı tarafın keyif dolu kahkahası doktorun kulaklarını doldurdu. Sonra metalik bir çarpma sesi duyuldu. Telefon kapanmıştı. Doktor, telefonu kaparken kapı eşiğinde bekleyen karısına baktı. Ne kadar zamandır orada olduğunun farkında bile değildi. 9 Nedim, “İyi iş yaptın dostum,” dedi. “Onu korkuttuk, hem de çok fazla.”
Gökhan neşe içine gülüyordu. Gülümsemesi yüzünden dağılırken, Mesut’a yönelmişti. “Mesut, beni sakın yanlış anlama. Niyetim, kesinlikle suçlamak değil, küçük düşürmek de… Sadece durumunu anlamaya çalışıyorum…”
Mesut, Gökhan’a ne demek istediğini soran gözlerle baktı. “… Yani eroini ilk kez neden aldın? En önemlisi ikinciyi neden denedin ve istedin?” Mesut, derinden bir iç çekti. Sonra uzun bir solukta ciğerlerini boşalttı. Bu konu hakkında ona konuşmak hep zor gelmişti. Ama arkadaşları için en ince ayrıntısına kadar konuşmaya karar verdi. Muhtemelen bu onun hayatını son defa anlatışı olacaktı.
“Aslında önemli olan ikincisi değildi. İlkiydi. Çünkü ilk eroin kanıma karıştıktan bir süre sonra, eroin hiç aklımda olmadığı halde bana kendisini hatırlattı. Bu herhangi bir anda herhangi bir yerde olabilirdi. Nitekim öyle de oldu. Otobüsteydim ve karşımda oturan kız bana eroini ilk defa veren başka bir kızı anımsatmıştı.
Sonra keyif dolu o dakikalar beynime yerleşti ikinciyi birisinin teklifiyle hemen alabilecek duruma gelmiştim zaten. Yine aynı kızla sevişmeden önce aldım. Kız Belçikalıydı. Çok güzeldi. Turist olarak
Almanya’da bulunuyordu. Kızın peşine takılınca kendimi hiç bilmediğim bir grubun ortasına buldum. Eroinmanlar, esrarkeşler, alkolikler hepsi bir arada yaşıyorlardı. Kızın sevişmeden önce eroin kullanmamı istemesi başta bana ilginç gelmişti.
Aldım ama kendime geldiğimde hem kendimden hem de ondan nefret ettim. İlkinden sonra sadece kendi istediğim için aldım. Ama bir kez almakla o pisliğe çoktan teslim olduğumu geç anladım. Eroin bulundurmak suçundan iki yıl da cezaevinde yattığımı biliyorsunuz. Orada tedavi olmaya çalıştım. Ancak yeterli olmadı.
Eroin yüzünden kısa zamanda yalnız ve çaresiz bir insan oldum. Ta ki Türkiye’ye gelene kadar… Şimdi sizler varsınız. Hayatımın burada geçen yıllarını biliyorsunuz. Siz olmasanız ne yapardım ben?” Nedim’in gözleri dolmuştu. “Üzücü bir hikaye.” “Her halde şimdiye kadar çoktan ölmüştüm.” Kendi sorusuna yine kendisi yanıt vermişti.
Gökhan ile Nedim’in kanı çekildi. Odaya yayılan ölümcül soğuğu dağıtmak için Gökhan, Mesut’a, “Hey! Benim bir önerim var. Ben bu evde yalnız yaşıyorum. Eğer eşyalarını benimkine taşırsan sanıyorum daha rahat edersin.
Böylece yaşam ikimiz için de daha katlanılabilir olur.” “Geçen yıl Antalya’da sörf öğretmenliği yapmıştım. Bu yaz yine oraya gitmeye niyetliyim.” Nedim ve Gökhan Mesut’un ruhsal durumunun sandıklarından daha iyi olduğunu düşündüler bir an için. Mesut’u söz ettiği yaklaşık bir yıllık plandı. Böyle bir plan ölmeyi düşünecek bir insana ait olamazdı. Mesut, ‘Belki Akdeniz’i bir kez daha görmeyeceğim,’ diye düşündü arkadaşlarını yalanlarcasına.
10 Doktor Aziz Akyazı sabah hastaneye gelmiş, laboratuarda çalışmalarına başlamıştı. Nedim daha erken gelip, doktorun gelişini ve laboratuarda çalışmaya başlayışını gizlice izlemişti. Hazırladıkları plana göre doktorun ilaç mafyası ile olan tüm telefon görüşmelerini dikkatle izleyip konuşmalarını engellemesi gerekiyordu.
Planın sonuçlanması için sadece iki günleri vardı. Bilgisayarın karşısına geçti. Kod adı Mesut olan programı yükledi. Ekranda hastanenin bir grup iç numarası belirdi. Bunlardan “Lab” ve “Akyazı” yazılı olanları kontrol etmesi gerekiyordu. Son beş dakikadır sekiz defa saatine bakmıştı. Saat on bir buçukta doktora bir telefon gelmesi gerekiyordu.
On bir buçuğa on saniye kala ekranda doktorun telefonu yanıp sönmeye başladı. Nedim hala onun laboratuarda olduğunu biliyordu. Hemen santrale telefon açtı. “Affedersiniz. Doktorun odasının yanından geçerken çalan telefonunu duydum. O şu anda laboratuarda çalışıyor. Mümkünse telefonu laboratuara bağlayın lütfen.” “Peki, hemen bağlıyorum,” dedi operatör kız. Nedim ekrandan santralin hareketlerini izliyordu.
Gerçekten de şimdi “Lab” yazılı telefon yanıp sönmeye başladı. Hemen sonra ışığın yanıp sönmesi sürekli yanar pozisyona geçti. Nedim, arayanın Gökhan olduğunu biliyordu ama yine de emin olmak için birkaç sözcük dinleme ihtiyacını hissetti. Bir tuşa bastı. Dinleme yazılı ışık yandı bu defa. Nedim konuşmaları birkaç saniye dinledikten sonra süratle bilgisayarı kapatıp, cihazları ortadan kaldırdı. Kendinden emin bir şekilde dışarı çıkıp, koridorda yürümeye başladı. Laboratuar binanın zemin katındaydı. Koridorun sonundaki merdivenlerden hızla aşağı indi. Doktoru yalnız yakalaması gerekiyordu. O yüzden laboratuarda başka kimse olmaması için dua etti. Kapıya geldiğinde ise konuşmanın hala sürüyor olması gerekiyordu. Öyle planlamışlardı. Usulca kapı koluna yüklendi ve kapıyı sessizce ittirdi. Telefon laboratuar girişine göre karşı çapraz uçta kalıyordu. Bu yüzden doktorun içeri gireni hemen görmesi mümkün değildi. Telefon ile kapı arasındaki bir yığın düzenek, deney tüpleri, şişeler, üzeri dolu raflar net görüşü engelliyordu. Nedim doktorun ses tonundan etrafına dikkat edecek bir durumda olmadığını anladı.
“… Bana bir hafta zaman tanıyın. İstediğiniz olmasa piyasada iş yapacak başka şeyler üreteceğim.” “…” “İstediğiniz kadar parayı bir anda geri ödemem mümkün değil. Büyük bir kısmını çalışmalarım için kullandım bile. Geri kalan kısmını da yeni bir araba almak için galeriye vermiştim.” “…” “Gerekirse bir miktar zararı sineye çeker galeriden parayı geri alabilirim. Hatta başka ne isterseniz yapabilirim. Bakın yeni başladığım projelerden biri de daha önce hiç duyulmamış denenmemiş bir zehir…” “Nedim, “Doktor! Merhaba,” diyerek konuşma arasına girdi. Aksi halde duymaması gereken şeyleri duyacaktı. O zaman da doktor istediklerinden farklı şekilde davranır ve planın başarısı da tehlikeye girerdi. Doktor irkilerek geri göndü. Yüzünde suçüstü yakalanan ama bunu sanki ilk kez yapan bir suçlunun ifadesi vardı. Alnında ter damlacıkları boncuk boncuk olmuş kaşlarına süzülüyordu.
“Beni mi dinliyordun yoksa?” diye sordu korkuyla. “Hayır! Tabii ki sizi dinlemiyordum efendim. Ama kısmen kulak misafiri oldum. İstemeden oldu,” dedi utangaç ve üzgün bir ifadeyle. Doktor ahizeyi tekrar kulağına götürdüğünde hattın kapanmış olduğunu anladı. Yine arayacağından hiç kuşkusu yoktu.
Nedim’e dönerek, “Başım belada,” diye mırıldandı. Plan şu ana kadar sıfır hatayla yolundaydı. “Nasıl bir belada? Size yardım edebilir miyim?” diye sordu Nedim. Balık oltaya vurmak üzeydi. “İlaç mafyası peşimde” “İlaç mafyası mı? Mafya ile sizin ne işiniz olabilir ki?” “Uzun hikaye aslında. Bugüne kadar hiç kimse bilmedi.”
“Ben dinlerim efendim. Size yardım etmemi istiyorsanız bilmem gereken şeyleri anlatabilirsiniz..” Doktor bir iki saniye Nedim’e baktı. Sıkıntıyla nefesini verdi. Başka çaresi yok gibi görünüyordu. “Anlatacaklarımın aramızda kalacağına dair senden yemin etmeni istiyorum. Bana yardım edersen seni gelecekte kazandığım her şeye ortak yaparım.” “Tabii efendim. Söz. Hiç kimseye söylemem.” Cebindeki yarım saat süreyle bir kasete kayıt yapabilen ses kayıt cihazı verdiği sözü yalanlıyordu. Plan uygulamaya konur konmaz doktorun suç unsuru olabilecek konuşmalarını kasetlere kaydetmeye başlamışlardı.
“Yalnız bana yardım edeceğine söz vermelisin Nedim,” dedi doktor yalvaran bir tonda. Nedim onun gerçek yakarışına inanmış gibi, “Elbette, elimden geleni yapacağım. Sizin gibi değerli insanlar kolay yetişmiyor,” diyerek yardım edeceğini kalpten söz verdi. Doktor da buna inandı ve anlatmaya başladı. “Bundan on yıl kadar önceydi. Öldürmeye çalıştıkları bir adam silahıyla karşılık vermiş, yaralanmıştı. Bizim hastaneye getirdiler. Kendilerine ihanet edip başkalarıyla anlaştığını iddia ettikleri o adamın onlara göre muhakkak öldürülmesini istiyorlardı. Benden yardım istediler. Ama nasıl yardım istediklerini bilirsin.
İstediklerini yapmazsan öldürmekle tehdit ederler. İstediklerini yaparsan da ödüllendirirler. Yani önüme sunulan en mantıklı seçenek hayatımı kaldığı yerden yaşamak ve yanı sıra bol para kazanmaktı.” “Yoksa siz de öldürdünüz mü o adamı?” “Hayır! Gerçek anlamda öldürmedim tabii. Ama o sıralar otopside bile kolay kolay keşfedilemeyecek bir zehir keşfetmiştim. Onlara bulduğum zehri anlattım. Büyük paralar karşılığı almayı kabul ettiler.” “Aman tanrım!” Doktor içindeki pişmanlığın verdiği baskıya dayanamayıp konuşmaya devam etti. “İlacı bir hasta ziyareti sırasında hastaya şırıngaladılar.
Yaklaşık on beş dakika sonra ilaç etkisini gösterdi. Adam yarım saat sonra öldü ama her şey son derece normal görünüyordu. Teşhis, kalp krizi ve solunum yetmezliği oldu.” Doktorun kafasında, Nedim’i de bu işe bulaştırmak ve onun yardımıyla bu beladan kurtulmak yatıyordu.
Oysa doktor daha düne kadar hayatından çok memnundu. Karanlık insanlara hizmet etmekten, devlet maaşından kat be kat fazlasını kazanıyordu. “Peki, bu adamlar özellikle sizi nasıl buldular?” “O zamanlar yeni evlenmiştim. Karım evlenme çağını çoktan geçmiş, nerdeyse evde kalmış kız kurusu tiplerden biri olmaya aday görünüyordu. Gerçi ben de genç sayılmazdım ama onun ailesi çok zengin insanlardı.
Evlenmeyi biraz da bu yüzden kabul etmiştim. Ancak nedense beni bir türlü kızlarının kocası olarak kabul edemiyorlardı. Babasıyla yıldızımız hiçbir zman barışmadı ve evliliğimize hiçbir zaman katkıda bulunmadı. Beş kuruş param yoktu ve bir ev kurmak zorundaydım. Karım, yetiştiriliş tarzından dolayı çok lüks düşkünü bir insandı.
Kaldıramayacağım kadar çok borcun altına girdim ama kısa zamanda borçlarımı ödeyemeyeceğimi anladım. O sıralarda mafyaya ihanet eden bir adamın yaralı olarak hastaneye yatırıldığını öğrenmiştim. Gazetelerde onu kimlerin öldürmek istediğinden de bahsediliyordu. Biraz araştırma sonucu zehri onlara sattım. Gerisini biliyorsun.” “Onu dışardan gelen adamlar mı öldürdü yani?” “Evet! Arkadaşıyız, ziyaretine geldik diyerek kapıdaki görevliyi kandırmışlar. Odaya girdikten sonra şırıngayı koluna boşaltmak pek zor olmamıştır herhalde.” “Peki, otopside gerçekten bir şey bulunmadı mı?”
“Bulamadılar. Çünkü zehrin zaten oldukça az olan kalıntısı karaciğerde toplanıyordu. Alkolden iyice yağlanmış ve parçalanmak üzere olan bir karaciğerde, son derece az miktarda ve ne olduğunu bilmedikleri bir zehri bulmaları milyonda bir ihtimaldi.
Ayrıca zehir kalp krizine yol açtığı için doğrudan inceledikleri yer kalp ve ona bağlı atar ve toplardamarlar olmuştu. Karaciğer kimsenin aklına gelemezdi.” Nedim, “Doğrusu söyleyecek hiçbir şeyim yok,” dedi. Doktor çok ileri gittiğini çok geç fark etmişti. Ne olursa olsun Nedim’i kendisine yardım etmeye ikna etmeliydi. Ona yalvarırsa belki vicdanını etkiler, kendisini kurtarmasını sağlayabilirdi.
“Bana yardım edebilir misin?” diye sordu masumca. “Tabii ki yardım edebilirim. Ayrıca bu durumu karınıza da açıklamak zorunda değilsiniz.” Eşi bulunmaz bir fırsat yakaladığına inanmıştı. Balık olatadaki yemi kapmak için ilk hamleyi yapmıştı. “Peki, bu adamlar sizden ne istiyorlar?” “Benden avans aldığım parayı geri istiyorlar. Ya da piyasanın çok ihtiyacı olduğu halde bulunmayan bir ilaç yapıp kendileri için üretmemi. Onlar ne olursa isterler. Sağlam kan bulmak için bile adam öldürür vahşiler.” Nedim, ‘Vahşi diyene bak sen’ diye içinden geçirdi. “Anladığım kadarıyla parayı bulup geri vermeniz zor olacak.”
“Yeni alacağım spor arabanın peşinatı olarak yatırmıştım parayı. Eğer geri istersem paranın ancak yarısını verecekler. Başlattıkları işlemlerin yarıda kalmasından doğan zarar içinmiş o para” “O zaman bu çareden vazgeçmek zorundayız. Bence ilaç yapıp satarsak daha iyi olur.” Nedim, doktoru yönlendirmek istiyordu.
O sırada altında ispirto ateşi ile ısıttığı yağlı sarı renginde bir sıvı erlenmayerden dışarı taştı. Fokurdayarak beyaz fayansların üzerine yayıldı. Nedim başını sesin geldiği yöne çevirerek, “Bu da nedir?” diye sordu. “Bir saldırı silahı… Deri ile temas ettiğinde deriyi tahriş ediyor. Plastik su tabancalarının içinde saklanacak şekle sokmaya çalışıyorum. Fazla yoğun olduğu için seyreltilmesi gerekiyor.”
“Harika! İşte bunu onlara satabiliriz.” “Zaten bunu onlara ben söylemiştim.” “Peki, şu yapmış olduğunuz zehir, doktor ondan daha fazla üretip satmayı düşündün mü?” “Hayır!” Doktor Nedim’in cahilliğine şaşırmıştı bir an. Ama o zehrin nasıl hazırlandığını bilemezdi tabii. Sonra açıklamaya karar verdi. “O zehri bir kurbağanın deri altından almıştım. Pelobatidae familyasının Megophryinae üyelerinden”
“Harika! Yine aynı zehirden üretip omlara satabiliriz. Hatta bu işten umduğumuzdan fazlasını kazanabiliriz.” Nedim doktora çok fazla yaklaşmak, onun güvenini kazanmak istiyordu. “Olabilir ama önemli bir problem var. Bu kurbağa sadece Güneydoğu Asya’da yaşar. O zamanlar Uzakdoğu’ya seyahat eden bir meslektaşımdan bir kutu içinde bu kurbağalardan getirmesini istemiştim. Oysa şimdi oraya gidecek ne vaktimiz ne de paramız var. Adamlar iki gün içinde bizden cevap bekliyorlar. Aksi halde sonum pek de hoş olmayacak.” Nedim, “Bilemiyorum,” dedi çaresizce. “Bir çaresine bakarız.”
“Umarım.” Saatine bakan Nedim, “Yemek saati geldi. İsterseniz birlikte yemeğe inelim,” dedi. Aslında anlattıklarından sonra bu manyağın nasıl doktor olduğuna hayret ediyordu. Hayat kurtaracağına hayat alıyordu. Mesut’un şanssızlığına bir kez daha üzüldü. 11 Mesut odasında sigara içiyordu. Tuhaf duyguları onu bir an bile terk etmiyordu. Ne zaman gözlerini kapasa gözlerinin önüne Almanya’da yaşayan ailesi geliyordu. Ne yaptıklarını, nasıl olduklarını düşündü. Merak etti onları. Gerçek anlamda… Sehpa üzerinde duran telefona kalktı. Almanya’daki evlerini telefon numarasını çevirdi. Kısa bir süre sonra telefonda bir ses duyuldu. Babasıydı. Önce duraksadı, sonra endişe içinde “Baba!” diyebildi.
Babası onu belki bir içgüdü ile daha konuşmadan tanımıştı. Belki soluk alış verişinden… Başına gelen felaketten haberi vardı babasının. Adam, Mesut’un her telefonunda ne yapacağını şaşırıyor, ona nasıl destek olacağını bilemiyordu. Aklına gelen her şeyi deniyor ama Mesut’u hayata geri getirmek konusunda başarılı olamıyordu. Mesut’un ‘Keşke Almanya’ya gelmeseydik baba’ diyen haykırışları kulaklarından gitmiyordu. Dayanamadı ve ağlamaya başladı telefonda. Mesut, babasının eritip bitiren hıçkırıklarını duydu. Dayanamıyordu koskoca adamın ağlamasına. Kendi ölüm fermanını ilan edercesine, “Hakkını helal et baba. Artık benim sorunlarımla uğraşmak zorunda kalmayacaksınız,” dedi. Bu, bir babaya verilebilecek en büyük cezaydı. “Oğlum!..” diye haykırdı Mehmet Özcan. “O kadar kendini üzme baba ne olur.”
Sözcükler, hıçkırıkların içinde boğuldu. “Böyle şeyler söyleme. Tedavi olmak içi daha çok vaktimiz var. Bakarsın bir çaresi bulunuverir bu illetin.” “Mesut, oğlum ne olur kendini koyverme öyle.” Bu defa telefonu annesi almıştı. Annesi de ağlıyordu. “Mümkün değil anne. Benim taşıyabileceğimden çok daha ağır bir yük bu. Artık dayanamıyorum.” “O zaman bizi bekle yavrum. Sakın bir delilik yapma. Yarın ilk uçakla İstanbul’a geliyoruz. Sakın bir yaramazlık yapma ne olur. Almanya’da tekrar birlikte yaşarız. Gerekirse biz döneriz Türkiye’ye. Ama sakın ha, asla kendine bir zarar verme.” “İmkansız anne. Mümkün değil. Bu hastalığın çaresini bulamayacaklar ve ben can çekişerek öleceğim. Böyle ölmek istemiyorum.” “Hayır!” dedi annesi hıçkırarak. “Sen yaşayacaksın.” “Mümkün değil anne. Mümkün değil.” Mesut, kendinden geçmiş sadece mırıldanıyordu. ‘Ölüm’ isimli hançer beyninin köküne kadar saplanmıştı. “Yarın akşama doğru orada oluruz. Sakın bir delilik yapma, ne olur evladım.” “…”
Mesut sessizce telefonu kapadı. Yatağının hemen yanı başındaki sandalyenin üzerinde duran şırıngaya baktı. Ağır hareketlerle şırıngayı ve daha birkaç parça malzemeyi cebine koyup dışarı çıktı. Geceyi kokladı. Ölümün mide bulandıran çürümüş kokusu gecenin ferahlığını bastırıyordu. Vücudunda soğuk bir ürperti dolaştı. Kısa bir an titredi. Artık zamanı gelmişti… Yıldızsız gecelerden biriydi yine. Derin bir karanlık sarmıştı çevresini. Çıldırtan ve içine çeken bir karanlık… Hiç çekinmeden yürüdü karanlığın içine doğru. Ondan korkmuyordu… 12 “Bu gece konuştuğumuz gibi gerekli cihazları taşıyacağız. Uzatma kablosuyla elektrik alabileceğimiz bir yer bulabilir miyiz?” Nedim hiç düşünmeden yanıtladı.
“Her katta bir elektrik düğmesi var. Onlardan birini söküp bizim kabloya bağlarız. Kablo ucunu mandallı hazırlayalım.” “Kablo sorun değil. Ben kayıt yapacak düzeneği hazırladım. İşin zor kısmı sende. Mikrofonu bir biçimde onun üzerine oymalısın.” “O iş için küçük bir planım var. Şimdi sen doktora telefon aç ve aynı şahıs olarak onu ölümle tehdit et.” Gökhan hiç beklemeden arkadaşının dediğini yerine getirmek için telefona uzandı.
Numaraları tuşladı ve birkaç saniye sonra arkadaşının katilinin telefona çıkması onu öfkeden kıpkırmızı yaptı. “Yine ben saygı değer doktor,” dedi ağır ve çatlak bir tonda. Doktor beklemeden panik içinde konuşmaya çabaladı. “Sizin için harika bir projem var…” dedi titrek bir sesle. Nedim parmaklarını kasetçaların düğmeleri üzerinden çekti. Cihaz kayıt konumuna geçmişti. Dönen kaset zamanın doktor aleyhine geçmeye başladığını gösteriyordu. Daha önceden yaptıkları kayıtlarla birlikte bu konuşmalar Tıp Fakültesi Dekanlığı’na, hastane yönetimine ve doktorun üye olduğu tüm dernek ve vakıflara gönderilecekti. Hayatı bitirilecek yaşayan ölüye dönecekti doktor bütün bu topladıkları itiraflarla. “… çok kuvvetli ve kolay iz bırakmayan bir zehir üzerine çalışmaya başladım.
Size bunlardan bol miktarda yapıp borcumu ödemeyi ve hatta fazlasını da ucuz fiyattan satmak istiyorum. Sanırım bu konuda anlaşabiliriz.” “Pazarlık hakkın yok. Parayı kırk sekiz saate kadar getirmezsen vücudun kalbura döner.” “Ben sizin için her şeyi yapıyorum ama siz bir türlü anlamak istemiyorsunuz! Ne olur bana biraz daha süre tanıyın.” “Unutma! Kırk sekiz saat… Sonrasını anlatmama gerek yok sanırım.” Gökhan daha fazla konuşmadan telefonu kapadı. “Harika! Tam istediğim gibi.” Nedim hemen bir başka odaya geçip elinde deri bir çanta ile geri döndü. Çantanın içinden bir peruk, takma bir bıyık, yumuşak plastikten yapılmış şekillenebilir bir burun, kalın camlı, kalın çerçeveli bir gözlük çıkardı.”
“Bunları kullanması konusunda onu ikna edebileceğimi sanıyorum.” “Mikrofonu nasıl halledeceksin?” “Mikrofon için iyi bir yerim var.” Gömleğinin cebinden kalın bir dolmakalem çıkardı. Dolmakalemi iki parça halinde açtıktan sonra çok küçük, silindirik mikrofonu kalemin üst parçasına koyup ittirdi. Dolmakalemin üst parçasının tepesi açılmıştı. Mikrofon açık yeri kapayınca normal bir kalemden farkı kalmamıştı. “Çok iyi” dedi Gökhan. “Bunu gömleğinin cebine koyabilirsek iş biter.” “Becerebilecek misin?”
“Sen o işi bana bırak.” Saatine baktı. “Artık gitsem iyi olur. Bayağı geç oldu” dedi Nedim. “Çıkmadan önce Mesut’u arayalım mı? Ne dersin?” “Evet ya, iyi olur. Ne yapıyor acaba zavallı çocuk?” Gökhan telefonun tuşlarına hızla dokundu. Hemen sonra zil çalmaya başladı. Birkaç saniye sessizce bekledikten sonra bakışlarını Nedim’e çevirdi. Tedirgin bir ifadeyle; “Cevap vermiyor,” dedi. “Tanrım! Umarım çılgınca bir şey yapmaz.” “Bence hemen evine gidelim.” Ahize hala kulağındaydı. “Hazırlan o zaman. Gidiyoruz.” İki arkadaş acele ile toplandılar. Gökhan’ın arabasına binip Mesut’un evine geldiler.
Eve geldiklerinde şüpheleri onları haklı çıkarmak üzereydi. “Lanet olsun!” dedi Nedim, kapıyı yumruklayarak. “Beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok.” İki genç evlerinin yolunu tutarken içlerinde bir his bugüne kadar yaşadıkları en uzun gecenin başlangıcında olduklarını söylüyordu. 13 Mesut, İstanbul’un Anadolu yakasının köhne semtlerinden Ümraniye’de üçüncü sınıf bir otelin önünde yakın geleceğini düşünerek ayakta duruyordu. Kısa bir süre sonra hiçbir şeye ihtiyacı kalmayacaktı.
Yorgun adımlarla üç beş basamaklı merdivenleri tırmandı. Hafif bir ışık sızıyordu dışarı. Resepsiyon, uyduruk bir masa ile küçük bir anahtar tablosu ve telefondan oluşan küçük bir bölmenin adıydı otelde. Yerde pek kaliteli olmayan, aşınmış, rengi soluk bir halı vardı. Halının gri parlak rengi yer yer beyaza dönmüştü. Beyaz da kirlenmiş renk değiştirmişti. Resepsiyonda duran adam sanki uykudan yeni uyanmış gibi esnedi. Küçük gözlerini, parmaklarıyla ovuşturduktan sonra Mesut’un solgun yüzüne çevirdi. Mesut ne kadar kötü göründüğünün farkında değildi. “Odanız var mı?” diye sordu. “Evet, ama çift kişiliktir.” “Fark etmez,” diye mırıldandı umursamaz bir tavırla. Adamın arkasındaki duvarda, tavana yakın yerdeki çatlaktan çıkan küçük bir böcek gördü. Acıyla gülümsedi. “Dört odalı süitiniz olsa ne yazar,” diye ekledi.
Adam, Mesut’un davranışlarında bir tuhaflık seziyordu ama fazla üzerinde durmadı. Onun gibisi buralardan çok gelip geçerdi. Kavgaya hiç gerek yoktu. “Ne kadar kalacaksın?” “Bilmiyorum. Belki bir gün belki daha fazla…” “Kadın istersen ayarlayabilirim,” dedi adam aniden. Mesut bu tip otellerin getirdiği kadınlardan komisyon aldıklarını biliyordu. Böylesi köhne oteller fuhuş için uygun yerlerdi ve herkes para konusunda üç aşağı beş yukarı anlaşabilirdi. “Pek ihtiyacım olacağını sanmıyorum,” dedi kesin bir şekilde. Ve odasına çıkana kadar ağzından başka tek bir sözcük çıkmadı. Merdivenleri adımlarken ayakları geri geri gidiyordu. Babasını düşündü. Bu onun için çok acı olacaktı ama yaşamak Mesut için çok daha zor, mucizenin peşinde koşmaktan başka bir şey değildi. Çürüyerek ölmek istemiyordu.
Hele hastalık ilerledikçe kilo kaybederek, eriyerek ölürken arkasından fısıldayan insanları dinlemek çok daha zordu. Bir de kardeşi Bülent’i bir kez daha göremeyeceği için çok üzülüyordu. Çocukken evlerinin içinde ne güzel boğuşurlardı birbirleriyle. Kan ter içinde kalıncaya kadar güreş yaparlardı güle oynaya. Ondan sonra her ikisi de yorgunluktan bir köşeye yığılır kalır, dakikalarca gülerlerdi hallerine. Ölmek kadar anılarla yaşamak da zordu. Bu yüzden buraya gelmişti. Hesaplaşmaya ve karanlığın içinde saklanan sonsuz derinliğe doğru bir yolculuğa hazırlanıyordu. Geri dönüşü olmayan o bildik yolculuğa… Psikolojik olarak hazır ve güçlüydü. Çektiği acıların dozu bundan öteye gidemezdi artık. Cehennem olgusunu gülümseyerek düşledi. “Ne cennet ne de cehennem, hiçbir zaman var olmadı ki… Olsa da bu yaşadağımdan ne kadar kötü olabilir ki!” dedi mırıldanarak. Çantasından şırınga ve iki eroin torbası çıkardı.
Daha sonra Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden kendisine verilen raporları ve belgeleri yaydı masanın üzerine. Eroin kullanmıştı ama bunun bedelini AIDS virüsü alarak ödemiştti. Bu çok pahalı bir alış veriş olmuştu tanrıyla ya da şeytanla. Hangisinin daha önce karşısına çıktığına dair anıları hızla silikleşiyordu. Çantada ailesinin hep birlikte çektirdiği fotoğraf vardı. Onu çıkarmadı. Öylesi daha zor olurdu çünkü. Onların gözlerini önünde işleyemezdi böyle bir günahı. Resim çantada kaldı ama fermuarı kapamadı. Her şeye rağmen onlara yakın olmak isityordu o resimle. Kendisine virüsü veren doktoru düşündü. “Doktor! Ah! Ah!” İçini çekti. Ona kızamıyordu. “Belki de benim için en iyisini yaptın sen.” Naylon içine paketlenmiş steril şırıngayı açtı, yırtılmış naylon parçalarını masanın üzerinde duran kül tablasına attı.
Banyoya şöyle bir göz gezdirdi. Belki tıraş olurken belki de başka bir amaçla kullanılmış eski bir metal kap gördü. Bir miktar su koydu içine. Tekrar masanın yanına geldi. Eroin torbasını açtı usulca. Hareketleri gittikçe mekanikleşiyordu. Su dolu kabın içine boşalttı. Tek bir zerresinin bile dışarı taşmamasına dikkat ediyordu. Torba tamamen boşaldığı halde bilinçsizce silkelemeye devam etti… 14 Gökhan ile Nedim gece yarısı Mesut’tan bir haber gelir düşüncesiyle ayrı ayrı evlerinde beklediler. Ancak geç saatlere kadar beklemelerine rağmen telefonlarını hiç kimse çaldırmadı. O gece telefonlar mezarlık kadar sessizdi. Gece yarısını beş ya da on dakika geçerken Gökhan, Nedim’in evine geldi.
Birlikte planı uygulayacakları binaya gittiler. Gökhan’ın arabasından son derece hassas biçimde sakladıkları cihazları çatıya çıkardılar. On iki katlı binanın tavanı düz, teras şeklinde yapılmıştı. Düşündükleri plan için en uygun bina buydu. Terasa açılan kapı, kulübe şeklindeki küçük bir çatıyla kapanmıştı. Cihazları kapının arkasına bırakıp, üzerlerini naylonla örttüler. 15 Mesut, ısıtarak sıvılaştırdığı eroini şırıngaya çekerken hiç de eski günlerini yaşamıyordu. Bir an önce bitse de kurtulsam diye geçiriyordu içinden. Şırınga tamamen eroinle doldu. Sol kolunun damarına dayadı. İğne delikleri yüzünden kolunun içi morarmıştı. Ne utanç verici oluyordu kısa kollu gömlekler ve t-shirtler giymek. O lanet morartı hiçbir zaman kaybolmamıştı kolundan. Artık kolundan utanmasına da gerek kalmıyordu. Eroin, usulca damarlarına aktı. İçine girdi. Önce vücudunu ateş sardı. Hemen sonra etkili bir uyuşukluk yayıldı yavaşça…
Ölüm damarlarında kol geziyordu. Bunu biliyordu. Bu akşam ölecekti. AIDS’in utancını ve son derece yavaş gelen ölümünün gerginliğini yaşamayacaktı. Yanı başında, fermuarı açık olan çantaya baktı kayıtsızca. Resimleri gördü. ‘Affet baba’ diye geçirdi içinden. ‘Ben seni çoktan affettim.’ Düşünceleri resimdeki diğer insanlara kaydı. Annesine ve erkek kardeşi Bülent’e… “Anne! Sevgili kardeşim! Sizleri özleyeceğim. Keşke bir kez daha görebilseydim.” Artık düşünecek hiçbir şeyi kalmamıştı Mesut’un. Masada duran raporuna baktı. Psikolojik tedaviyi zaten bunun için görmemiş miydi? Şu duruma düşmemek için. Faydası olmamış, kafasından intihar düşüncesini silememişti. Zaten bu tedavinin hiçbir faydası olamazdı. Kesin olan bir şey vardı. Değiştirilmesi mümkün olmayan bir şey…
Ölmek üzere olan bir insanı psikolojiyle hayata döndüremezdiniz. Böylesi bir hastalık ya tedavi edilir ya da edilemezdi. Eğer tedavi olasılığı hiç yoksa ölüm kaçınılmazdır. Mucizeler ise filmlerde, romanlarda olurdu. Bu yüzden yaşamaya çalışmak Mesut için her gün ölmek anlamına gelmişti. Kalan günleri kaliteli geçirmek neye yarardı ki? İşte bu yüzden verdiği karardan çok mesuttu, Almanyalı Mesut. Cesaret zamanı gelip çatmıştı işte. Soluk almakta güçlük çekmeye başladı. Birileri boğazını sıkıyor gibiydi. Ama öylesine bir umursamazlık vardı ki üzerinde, karşı koymuyor, kendisini usul usul ölümün sıcak kollarına bırakıyordu. Tavandaki ışığa bakan gözleri ağır ağır kapandı. Gerçek karanlıkla ilk kez karşılaşıyordu. Işığı yakınca ya da gözlerini açınca yok olan karanlık değildi bu. Asla yırtamayacağı, arkasından aydınlığın hiç gelmeyeceği bir karanlık… Ucuz avizenin ampulünden göz kapaklarına varan ışık yavaş yavaş azalıyor, gözlerini biraz öncesinde olduğu gibi yormuyordu. Soluk alış verişi yavaşlamıştı. Zaman kavramı kayboluyordu. Şırıngayı vurmasından şu ana kadar kaç dakika geçmişti?
Bir dakika? Beş? Yarım saat? Tavandaki tozlu avizenin ışığını birisi bir anda kapatıverdi. Geride otuz yıllık bir yaşam ve bu anılardan söz edecek başka insanlar bırakıyordu Mesut. Kendisinden başka insanlar… Şırınga hala kolundaydı. Gecenin öldüren karanlığı perdesi yarı açık olan pencerenin ardına saklanmış, biraz önce de hışımla içeri girmişti. Yataktaki insanın canını alırken hiç de zorlanmamıştı. Mesut, birçoğu gibi direnmemişti ölüme. Hatta yine onlar gibi hemen ölmeyi kendisi istemişti. Bu kimilerine göre korkaklık kimilerine göre cesaret işiydi. Ama sonuç hiçbir zaman değişmeyecekti. Ölüler asla geri gelmezdi… 16 Nedim ertesi gün saat dokuzda hastaneye geldi. Yanında dün akşamdan ayarladığı deri bond tipi çanta içinde makyaj malzemelerini taşıyordu. Plana göre doktoru her an kaçırmaya hazır durumda olmalıydı. Odasına geçti. Telefonları kontrol edecekti.
Eğer doktora Ömer’den herhangi bir telefon gelirse ve bunu engelleyemezse her şey bir anda mahvolabilirdi. Bilgisayarı açıp, programı çalıştırdı ve başında beklemeye koyuldu. Tüm yapması gereken uyanık olmak ve istenmeyen telefon geldiğinde birkaç tuşa basıp hattı kesmek olacaktı. Vakit ilerledikçe etraftaki telefon numaralarını dalgın bir şekilde izliyordu. Tam o sırada yanı başında çalan telefon ziliyle irkildi. Ekranda kendi numarası yandı. Hemen karşısında kendisini arayan numara yanıp sönüyordu. “Efendim!” “Mesut’tan bir haber var mı?” Nedim karşıdaki sesi hemen tanıdı. “Ne yazık ki yok, Gökhan.” “Bence planı bu akşam uygulamaya koyalım. Akşamüzeri bir telefon açacağım ve karısını kaçırdığımızı, kendisi teslim olmazsa karısını öldüreceğimizi söyleyeceğim.” “Karısını sevmediği için kaçmayı yeğleyecektir. Hatta sana bu iş için teşekkür bile edebilir.” “Bizim de istediğimiz bu aslında. Kaçışına yardım edip, istediğimiz yerde saklanmasını sağlayacaksın. Gerisi aynen planda olduğu gibi olacak. Ben gündüz gerekli uzunlukta kablo temin edip cihazları çalışır hale getireceğim.”
“Güzel. O halde senin telefonunu beklemekten başka yapacak bir şeyim yok.” “Ömer denen heriften telefon gelmesini son ana kadar engellemeyi unutma.” “Merak etme. Bilgisayarın başındayım ve kuş uçurtmam.” “Şimdi kapıyorum.” Nedim bir an duraksadı. Kötü bir duygu sardı her yanını kısa bir süre için. Ürperdi. Hemen sonra bu tuhaf duygusal şoktan çıktı. “Umarım Mesut’a herhangi bir şey olmamıştır.” Aynı sarsıntıyı telefonun diğer ucundaki Gökhan da yaşadı. “Umarım…” Telefon kapandı. Saat dört olmuştu. Nedim sabahtan bu yana ağzına hiçbir şey almamıştı. Sadece masasındaki cam sürahiden iki bardak su içmiş açlığını başka şeyler düşünerek gidermeye çalışmıştı. Bu arada doktorun odasında olduğunu, iç numaralardan arayanlara yanıt verişinden anlıyordu. Telefon uzun zaman kullanılmazsa, bu defa koridora çıkıp odasında olup olmadığını kontrol ediyordu. Her şey yolundaydı. Müdahele etmesi gereken herhangi bir sorun çıkmamıştı. Hastane koridorlarında bir anons yankılandı. “Doktor Suzan Akyazı! Ziyaretçiniz var. Danışmaya lütfen” Suzan beklemediği bu çağrının ne olduğunu anlamak için danışmaya telefon açtı. “Ben Suzan Akyazı. Beni arayanın kim olduğunu söyler misin, lütfen?” “Bilmiyorum” dedi yaşlı bir adam sesi. “Genç bir adam şu anda dışarıda bekliyor.”
“Peki, peki. Ben geliyorum.” Kadın üzerine ince bir pardesü giyip dışarı çıktı. Merdivenleri inip koridorlardan geçti. Kapıya geldiğinde gerçekten de hiç tanımadığı genç bir adamın beklediğini gördü. Biraz daha yaklaştığında genç adam ona doğru bir adım attı. “Siz Suzan Hanım olmalısınız.” “Evet! Peki, siz kimsiniz?” “Ben narkotik şubeden dedektif, Suat Özyılmaz,” dedi cebinden çıkardığı kimliği kadına doğru uzatarak. Bir saniye kadar öyle tuttuktan sonra cüzdanını hemen kapattı ve konuşmaya devam etti. “Kocanızın çok güçlü bir zehir üretip, sattığına dair ihbar aldık. Aslına bakarsanız sizin işin içinde olduğunuzu sanmıyoruz. Bu yüzden sizden gelecek bir takım bilgilere ihtiyacımız var.” “Ne? Kocam zehir mi yapıyor? Ne demek oluyor bu?” Kadın şaşkınlıktan küçük dilini yutmak üzereydi. “Evet, öyle. Bu zehirleri üretip, para karşılığı bir takım insanlara sattığına dair ihbar aldık. Bu işin mafyasına…” “Aman tanrım!” Kısa süren bu şaşkınlıktan sonra kadının kafasında bir şimşek çaktı. Onu kocasından kurtaracak şans ayağına kadar gelmişti. Bu şansı geri tepmemeliydi. “Durun bir saniye…” Sağ elini başına götürdü bir şey hatırlamaya çalışıyormuş gibi. “Geçen akşamdı galiba kocam tanımadığım birisi ile bir tür zehir hakkında konuşuyordu.” “Öyle mi? bu ilacı satmak için anlaştığı kimselerden biri olabilir. Bu durumda bir takım sorularıma cevap alabilirsem sevinirim.”
“Tabii, Suat Bey. Burası konuşmak için pek uygun değil. İsterseniz dışarı çıkalım.” “Ben dışarıdan bir taksi çağırayım.” “Yo! Zahmet etmeyin. Park yerinde arabam var. Bekleyin, hemen geliyorum.” Kadın koşar adımlarla hastanenin otoparkına gitti. Bordo renkli geniş bir arabayla döndü. Kendisini dedektif olarak tanıtan adam da hemen bindi arabaya. Kadın yaklaşık kırk beş dakika kadar sonra bir başka semtte, ağaçlandırılmış, güzel bir sitenin girişinde durdu. “Anlattıklarınız için teşekkür ederim hanımefendi. Bence siz bu akşam eve gitmeseniz iyi olur. Kocanızı ifade vermesi için merkeze götürmek amacıyla gelebiliriz. Ertesi gün beni bu telefondan arayabilirsiniz.” Kadına verdiği uyduruk bir kartondan yapılmış ve üzeri bilgisayarla yazılmış, sahte bir kartvizitti. Ancak kadın bunu fark etmedi bile. Karşısındaki insanın dedektif olduğuna öylesine inanmıştı ki adamın kocası hakkında söylediği her şeye inanabilirdi. Aslında kocasını bir daha görmek istemiyordu. Bu yüzden adama bu kadar inanmış ve bu siteye, teyzesinin evine gelmişti. Ayrılırken herhangi önemli bir şey olursa bildirmesi için teyzesinin evindeki telefon numarasını yazdırdı. Gökhan, kadının lüks arabasından inip hızla gözden kayboldu. Yüzü gülüyordu. Dedektiflik numarası iyi tutmuştu. İlk gördüğü taksiye işaret edip, kendi evine gitmek üzere taksiye bindi. Eve gelir gelmez ilk işi Mesut’un evini aramak oldu. Telefon hiç ummadığı bir şekilde ikinci zil çalarken açıldı. Aslında Mesut’tan umudu kesmişti, gazetelerde ölüm haberini okumak onu korkutuyordu ama beklediği buydu. Oysa şimdi telefonun açılması çok sevindiriciydi. Mesut en azından yaşıyordu. Boşuna meraklandırmıştı onları.
“Efendim!” dedi yabancı, heyecanlı bir ses. Gökhan, “Siz de kimsiniz?” diye sordu. “Ben Mesut’un babasıyım. Mehmet Özcan. Siz kimsiniz?” “Benim adım Gökhan, Mehmet Amca. Mesut’un arkadaşıyım. Hatırladınız mı beni?” “Ah! Evet, yavrum. Hatırlamaz olur muyum? Mesut sizden çok bahsederdi,” dedi üzüntüyle. İç çekerek konuşuyordu. Yaşadığı, çektiği sıkıntılar yüzünden küçücük kalmıştı. Kemiklerindeki ilikler, kaslar çekilmiş, bir çöle çevirmişti o hayat dolu bedeni. “Mesut’tan bir haber var mı?” diye sordu Gökhan. Ama sonra hata ettiğini anladı. Belki e kaybolduğunu henüz bilmiyorlardı. “Yok evladım. Biz de onun için geldik. Dün akşam Almanya’ya telefon açtığı zaman intihar etmekten bahsetmişti.” “Aman Allah’ım!” diye mırıldandı Gökhan. Mesut’un intihar edebileceği aklına gelmişti ama bu kadar ciddileşebileceğini düşünmek istememişti. Kısacası kaçmıştı bu korkutucu düşünceden. “Bizim bir haberimiz olursa seni ararız yavrum.” “Çok üzgünüm Mehmet Amca…” Ancak karşı telefon çoktan kapanmıştı. Gerçekten de hepsi üzgündü. Aynı anda Nedim’in evindeki telefon susmaksızın çalıyordu. Birkaç saniye için durdu. Sonra tekrar çalmaya başladı. Felaket haberi vermek için sabırsızlanan kötü bir ruh gibi dolaşıyordu telefon hatlarında. Gökhan hastaneyi çevirdi. Yüreği, şimdi çok daha kinlenmişti. Doktoru görmeliydi. Ona nefretle haykırmalıydı. Belki bu şekilde ona duyduğu nefreti bastırabilirdi. “Doktor Aziz Akyazı.” Başka hiçbir şey söylemedi santral operatörüne. Sesi buz gibi soğuktu. Telefon açıldı. Tam o anda Nedim monitörün karşısındaki uyuşukluğundan sıyrıldı. Arayan Gökhan’dı. Ahizeyi yavaşça kaldırdı. Bilgisayara verdiği komutla ‘dinleme’ konumuna geçti. “Beni dinle katil herif. Sonun yaklaştı. Bu akşam işin bitecek. Bütün dünya senin kim olduğunu öğrenecek. Hayatını çekilmez bir işkenceye çevireceğim senin.” Doktor Aziz, “Hey! Siz kimsiniz?” diyebildi sadece ama onun kim olduğunu anlamıştı. Son birkaç gündür kendisini tehdit eden adamdı ve tehditlerinde ciddi olduğunu da anlamış oldu. “Bunun hiç önemi yok. Senin azrailin olmak istiyorum. Ancak senin seçme hakkın yok. Sen kurban olacaksın. Güzel karın elimde. Polise haber vermeye kalkarsan ikiniz de eşek cennetini boylarsınız. Aklıma gelmişken, karını öte tarafa hiç olmadığı kadar mutlu bir şekilde göndereceğimden emin olabilirsin.” “Bu çok saçma. Bakın size istediğiniz her şeyi verebilirim. Karımı serbest bırakın onun bu işle bir ilgisi yok.” Nedim dinleme cihazını kapadı. Artık olaya müdahele etmenin zamanı gelmişti. Doktor, birkaç dakika sonra yardım istemek için odasına gelecekti. “Ölümün çok yakın dostum, çok yakın… Hastane çıkışında bile vurabilirim seni.” “Lütfen beni dinleyin” diye yalvardı ağlamaklı sesiyle. “Kaç pislik herif çünkü peşinde olacağım.” Adamın sert sesi ve hızlı konuşması doktoru kısa sürede paniğin içine itti. Gökhan telefonu kapadı. Bakışları çok değişmişti. Boşlukta bir noktaya bakarken olmayacak şeyleri hayal ediyordu. Hayallerinin tek bir odak noktası vardı. Ölüm… Tam o sırada kendi telefonu çaldı. Buz gibi bir ürperti dolaştı içinde. Ancak o soğuk ürperti kaybolmadı, tam yüreğinin orta yerine kuruldu. Elini telefona uzattı korkuyla. “Alo!” “İyi akşamlar efendim. Gökhan Bey ile görüşmek istiyoruz.” “Kimsiniz?” Dudaklar kurumuştu. “Ben polis memuru Fikret, Ümraniye Karakolu’ndan” “Ne? Polis mi? Sorun nedir memur bey?” “Mesut Kadir Özcan diye birisini tanıyor musunuz?” “Aman tanrım!” diye haykırdı Gökhan. Gözerine yaşlar hücum etti. “… Ne oldu ona?” “Ümraniye Alemdağ Caddesi’ndeki Ay Otel’deki odasında ölü bulundu.” Gökhan bir anda kendisini kaybetti. “Hayır!.. Yalancılar…” diye haykırdı. Ses telleri parçalanırcasına bağırdı. “… Yalancılar…” Polisin sesi kulaklarında yankılanıyordu. “… Oteldeki odasında ölü bulundu. Ölü bulundu… Ölü bulundu…” “Sakin olun efendim.” Polis telefonda ortalığı birbirine katan Gökhan’ı yatıştırmaya çalışıyordu. “… Siz akrabası mı oluyorsunuz?”
“Hayır, hayır, arkadaşıydım sadece.” Gökhan şimdi ağlıyordu katıla katıla. Gökhan’ın ağladığını polis de açık bir şekilde duyabiliyordu. Üzgün bir ifadeyle ekledi. “Yüksek dozda eroinden ölmüş. Sanırım intihar… Cebinden çıkan küçük telefon defterinde sizin ve Nedim adında bir başkasının telefon numarasını da bulduk ama o cevap vermedi. Diğer numaralar Almanya’ya aitti ve hepsinin üzeri karalanmıştı. Sadece siz ikinizin telefon numaraları çizilmemişti Gökhan Bey.” “Eroin… Bu haksızlık” diye mırıldandı bitkin bir şekilde. Sonra ağlamaklı sesiyle ekledi. “Annesi ve babası şu anda Mesut’un İstanbul’daki evindeler. Almanya’dan geldiler. Sizden rica ediyorum, vereceğim numaradan onları da arar mısınız?” “Evet, iyi olur” dedi polis memuru. Gökhan telefon numarasını verdikten sonra süratle evden ayrıldı. Nedim’in evine gitmek üzere yola çıktı. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Gökyüzü yine insanları boğmaya hazırlanan koyu gri bulutlarla kaplıydı. “Gidin. Çabuk evlerinize gidin” diye haykırıyorlardı insanlara. “Aksi halde hepiniz için bir kabus olacak.” Gökhan’ın içi ağlıyordu adeta. Tüm öfkesini kusmak istiyordu insanlara. Arkadaşının ölümünde herkesin suçu, herkesin sorumluluğu vardı. Arabasını süratle sürdü. On dakika kadar sonra Nedim’in oturduğu apartmanın önüne geldi. Otomobili en sıradan, dikkat çekmeyecek şekilde park etti. Binaya girdi. Asansöre bindikten sonra en üst katın düğmesine bastı. Hastanede, telefonun kapanmasından birkaç dakika sonra, Doktor, Aziz Akyazı Nedim’in odasına geldi. Nedim’e bu kez çok ciddi olduklarını ve kendisini öldüreceklerini anlattı. “Hay Allah! Karınızı da kaçırdıklarına göre çok ciddi olmalılar.” Doktor bir an tereddütle sordu. “Peki, ama sabahleyin karım hastaneye gelmişti. Onu buradan kaçırmaları mümkün değil.” “Bunu anlamanın bir yolu var.” Nedim telefonda danışmayı aradı.
“Ben Doktor Aziz Akyazı’nın asistanıyım. Acaba Bayan Akyazı bugün hastaneden ayrıldı mı?” Ahizeyi doktorun kulağına uzattı. Ne diyeceklerini kendisi biliyordu. “Evet, genç bir adam geldi. Bayan doktora polis olduğunu söylemişti. Sonra birlikte çıktılar.” Doktor ‘tamam’ anlamında başını salladı. “Evet, doğru.” Nedim, doktora karşıdaki adamın ne söylediğini merak ediyormuş gibi bakıyordu. Doktor bunu hissedince hemen ekledi. “Karımı kandırmışlar. Polis olduğunu söyleyen bir adamla dışarı çıkmış.” “Doktor! Bakın bu adamlar size hastane çıkışında pusu kurmuş olabilirler. Bence siz bu akşam buradan gizlice ayrılmalısınız.” “Peki, ama nasıl? Adamlar arabamı, yüzümü tanıyorlar. Hakkımda her şeyi biliyorlar.” “Benim bir fikrim var” dedi heyecanla. “Tiyatro oyuncusu kız arkadaşımda kalmıştım dün gece. Makyaj çantasını bende unutmuştu. Bu akşam onu kendisine götürmeye söz vermiştim ama bu durumda sizin işinize yarayabilir.” “Evet, belki yarar.” Söylediğinin çok aptalca olduğunu düşünmedi bile. Kendisine gösterilen her yola gitmeye hazır bir saflıkla Nedim’in ne yapacağını bekliyordu. “Bakın, bu bir peruk, hemen kafanıza geçirin. Sonra gözlükleri ve şu yumuşak plastikten yapılmış burnu, burnunuza yapıştırın. Onlar kendinden yapışkanlıdır. Üzerinde oynayarak kolayca şekil almasını sağlayabilirsiniz.” “Oldukça etkileyici.” Doktor kendisine söylenilenleri tek tek yerine getirdikten sonra; “Nasıl oldu?” diye sordu. “Fena değil. Hatta bir amatör için iyi bile sayılır. Gömleğinizi ve ceketinizi de değiştirseniz iyi olur.” Nedim aceleyle kendi dolabından daha önce hazırladığı gömlek ve ceketi çıkardı. Doktor bu arada bıyığı da takmıştı. “Bunları giyinin.” Doktor bir kez daha kendisine söyleneni hiç düşünmeden yaptı.
“Şimdi dışarı çıkıyoruz. Durun şöyle size bir bakayım.” Nedim son derece ciddi bir tavırla doktoru baştan aşağı süzdü. Yüzüne yaklaşıp, bıyığını düzeltti. Plastik burunla oynadı. Her şeyin kendince tamam olduğunu gösteren bir şekilde başını salladı. “Tamam. Hazırsınız. Benim arabayla çıksak daha iyi olur. Sizin arabayı muhakkak tanıyorlardır.” “Tamam.” Bu doktora çok mantıklı geldi. Bu çocuk kendisi kötü biri olduğu halde gerçekten ona yardım ediyordu. Nedim’in aynı zamanda biraz saf olduğunu düşünüyordu. Odanın kapısından çıkmadan önce el alışkanlığı, üzerini kontrol etti. Gömlek cebinde duran yabancı kalemi görünce yadırgamadı. Hatta hoşuna bile gitti. Çünkü kendisi gömlek veya önlük cebinde muhakkak bir kalem taşırdı. Birlikte otoparka ilerlediler. Gösterişsiz, açık renk bir arabaya binip hastane bahçesinden dışarı çıktılar. Doktor hastaneden uzaklaşana kadar kendisini Nedim’in arkadaşı gibi hissetmeye ve öyle davranmaya zorluyordu. Aksi halde durumu fark eden düşmanları onu hemen orada öldürebilirlerdi. Hastaneden bir kilometre kadar uzaklaşmışlardı. Trafiğin karıştığı bir anda Nedim, doktorun şüphelenmesine izin vermeyecek bir şekilde kontrol panelindeki bir düğmeye bastı. Aynı anda otomobildeki kasetçalar sessizce çalıştı. Cihaz, ön camın üst köşelerinde, güneşliklerin içine yerleştirilmiş mikrofonlar sayesinde içerde konuşulan her şeyi kaydetmeye başlamıştı. “Bu adamlar neden bu kadar ısrar ediyorlar?” Nedim, safça sormaya çalıştığı bu soruyla doktorun ağzından geri kalan her şeyi öğrenmek niyetindeydi. Konuştuklarını banda kaydedecek, ondan sonra kendi konuşmalarını banttan silip doktorun tüm kayıtlarını basına ve hastane yönetimine gönderecekti.
Doktorun psikolojisi de tehlike anında kendisine yardım eden herkese bilgi vermeye yeterince elverişliydi. O an için kurtulması her şeyden önemliydi çünkü. “Bilemiyorum. Ne yapacağımı ben de şaşırdım. AIDS’e karşı düşündüğüm ilacı bir türlü geliştiremediğim için sıkıştırıyorlar.” “Bunu herkes ister doktor. Ama kim bu adamlar da AIDS tedavisiyile bu kadar ilgileniyorlar? AIDS’li bir akrabaları mı var?” “Hayır hayır. Öyle değil. Bunlar dediğim gibi ilaç mafyası. Bu işin patentini ele geçirmek istiyorlar. O yüzden dünyanın bir çok ülkesinde ele geçirdikleri doktorları kendi adlarına çalıştırıyorlar.” “Desenize çok uluslu mafyaya bulaştınız?” “Evet hiç sorma, çok pişmanım.” “Oysa ben sizi sadece zehir ürettiğiniz düşünmüştüm. Bu yetmiyor mu onlara?” “Onlara hiçbir şey yetmez.” “Ama neden bu kadar zorluyorlar sizi? Nihayetinde insansınız ve sözünü ettiğiniz mucizevi aşıyı yapmak hiç de kolay değil.” “Özellikle bu araştırmayla ilgili o adamlardan biraz maddi destek almıştım. Şimdi tedavinin mümkün olamayacağına inandıkları için parayı geri istiyorlar.” “Parayı geri mi istiyorlar?” “Evet.” “Aman tanrım! Parayı geri verebilecek misiniz bari?” “Bilemiyorum. Boğazıma kadar batağa batmıştım. O adamlara bir kez teslim oldun mu her şey bitmiş demektir. Artık onların malı olursun.”
“Peki ya araştırmalara ne oldu? Sanırım hiçbir şey bulamadınız.” “Adam Amerika’da bile bunun mümkün olmadığını ve parayı geri vermem gerektiğini söyledi. Aslında beni zor durumda bırakarak başka tür ilaçlar için kullanacaklardı. Zor bulunan kalp ilaçlarını temin etmek, zehir ve uyuşturucu temin etmek gibi pis işlere bulaştıracaklar beni.” “Ama birkaç kez bunu yapmıştınız.” “Evet, nedenlerini biliyorsun ama. Devamlı yapmaya niyetim yoktu.” “AIDS’li hastanız hiç oldu mu doktor? Mesut’tan başka” Nedim, dişlerini sıktı. Doktoru o an oracıkta öldürmek için her şeyini verirdi. Bütün hayatını bile…
“Başlangıçta yoktu. Ama sonra oldu.” “Nasıl?” sesindeki endişe hemen belli oluyordu Nedim’in. “Sekiz ay kadar önce bir fahişeye virüsü ben verdim. Sonra da senin eroinmana… serumla birlikte kanlarına karıştırdım.” Nedim’in avuç içleri terlemeye, parmakları titremeye başladı sinirden. İlk kez hissediyordu avuçlarındaki ıslaklığı. Kısa bir süre sonra elleri direksiyonun üzerinde kaymaya başladı. Her şeye rağmen kendisine hakim oldu. Mesut için bunu belli etmeyecekti.
“Peki doktor, hiç acımadınız mı o kadına ve bu çocuğa?” “Kadın orospunun teki. Mesut da bir eroinman. Mantıklı ol biraz. Hiçbir zaman senin, benim gibi sağlıklı bir insan olarak yaşamını sürdüremez onlar. Her defasında daha fazla eroin alacak ve bir gün bünyesi kaldırmayacak, ölecekti.” “Ama o tedavi olacaktı. İlk müdahele Almanya’da yapıldı. Tedavide epey bir yol almıştı.” “Boşver, Nedim. Takma kafana şimdi bunları.
Zaten artık her şey için çok geç. Kim bilir belki de o fahişe ortalıktan kaybolmasaydı Mesut’a virüsü vermeme gerek kalmazdı. Ama olan oldu bir kere. Asıl sen beni başımdaki bu beladan kurtar, dile benden ne dilersen.” Nedim dehşet içinde irkildi duyduğu şeyden. O fahişenin yerini Mesut almıştı.
Gönüllü olmayan bir denekten bir başka gönüllü olmayan deneğe geçmişti doktor. Asıl öldürücü virüs kendisiydi. Yaklaşık otuz dakikalık bir yolculuktan sonra on ikişer katlık dört binanın diagonal bir şekilde inşa edildiği bir siteye geldiler. Nedim, B blokta, on ikinci katta oturuyordu. Arabayı park edip telaşla dışarı çıktılar. Doktorun içindeki kaybolmayan öldürülme korkusu onu paniğe, davranışlarında kararsızlığa sürüklüyordu. Kimliğini saklayabilmek için çevresine bakınmadan Nedim’in peşinden binaya girdi. Nedim o ana kadar kaçıncı katta oturduklarını söylememişti doktora. Asansöre bindikten sonra, Nedim, on ikinci katın düğmesine bastı. “En üst katta mı yaşıyorsun sen?” “Evet, daha ucuza ev bulamadım. Böylece bu kuş yuvasında yaşamak zorunda olduğumu kabullendim.”
Sesinde gizli kalmış bir hüzün vardı. Doktorun bunu fark etmesini istiyor ve içinde kalan son insani duyguların ne düzeyde olduğunu anlamaya çalışıyordu. “Kışın herhalde soğuk olur bu ev.” “Bildiğiniz gibi değil. Gerçekten çok soğuk oluyor.” “İyi ki sonbahardayız. Yoksa ben bu evde donardım. Aklıma gelmişken, bu evde ne kadar saklanmam gerekir sence?” Nedim son notunu da vermişti doktora. Bencilliği Nedim’in vicdanını sonuna kadar rahatlatmıştı. “Siz bilirsiniz ama ortalık yatışıncaya kadar kalsanız iyi olur. Hem bu çevrede sizi tanıyan insan da çıkmaz.” “Doğrusu haklısın.” Sonra birden bir şeylerin eksik olduğunu hissetti. Gözlerini fal taşı gibi açarak, “Peki ya karım? Bu adamlar karımı kaçırdılar” dedi heyecanlı bir tonda. “Bu halinizle polise gidebilir misiniz?” “Hayır!” Süklüm püklüm yığıldı kaldı bir anda. Çaresizdi ama hiç olmazsa kendi canını kurtaracaktı. Buna da şükretmeliydi. “O halde her şeyi zamana bırakın. Karınıza bir şey olacağını sanmıyorum. Asansör aniden durdu. Son kata gelmişlerdi. Asansörden çıktıktan sonra Nedim, cebinden kapının anahtarlarını çıkardı. Arkası doktora dönüktü. Kapıyı açmaya çalışırken dudakları öfke ve sadizm karışımı bir ifadeyle gerildi. Kapıyı açtıktan sonra geri çekildi. “İşte burası benim fakirhanem” İçeri girdiler. Kısa ve ışık almayan dar bir koridordan geçtikten sonra evin küçük salonuna çıktılar.
Üç parça koltuk ve bir tane büyük sayılmayacak ölçüde içi tıka basa çeşitli kitaplarla dolu olan bir kitaplık, bir masa, iki sandalye ve sehpa üzerine yerleştirilmiş küçük bir televizyon vardı. Doktor kendisine en yakın koltuğa oturup, yüzündekileri çıkarmaya başladı. Nedim de bu arada mutfağa gitmişti. Doktor makyajından kurtulduktan birkaç dakika sonra Nedim elinde yiyecek bir şeylerle içeri girdi. Gece yarısına kadar konuşarak ve televizyon izleyerek vakit geçirdiler. Doktor zaman zaman Mesut’u ve fahişeyi düşündü. Ama hiç pişmanlık duymuyordu. Kafasını meşgul eden asıl konu kurtulması için ne yapması gerektiğiydi. Bunun için kafasında birçok düşünceyi değerlendiriyordu. Gecenin sessiz karanlığı usul usul ağırlığını hissettirmeye başladı. Saat birden sonra yataklarına girdiler. Doktor salonda, Nedim’in yere serdiği yatakta yatıyordu. Nedim ise arka tarafta odasında yatıyordu. Saatler ilerledikçe sessizlik kendisini daha fazla hissettirmeye başlamıştı. Doktor çevredeki sessizliğin arttığını kalp atışlarının gittikçe artan şiddetlerde kulağına gelmesinden anlıyordu. Otuz altı dairelik apartmanda ışıklar sönüyor, radyolar, televizyonlar tek tek kapanıyorlardı.
Asansör giderek daha az sıklıkla çalışmaya başlamış, gürültüsü fark edilmiyordu. Yaklaşık sabahın ikisine doğru apartmanda bütün sesler sustu. Ölümcül bir sessizlik yayılmaya başladı merdivenlerde. En alt kattan üst katlara doğru… Bulutların arkasında saklanmış son dördün devresindeki ayın solgun ışığı, merdiven pencerelerinden süzülüp, boş basamakları aydınlatarak sessizce yaklaşan ölüme yol gösteriyordu. Sabaha karşı iki buçuk gibiydi. Doktor çoktan uykuya dalmıştı. Kapı şiddetle vuruldu. Ölüm, on ikinci kattaydı. Nedim o anda yerinden fırladı. Uyku sersemiydi. Gece boyu uyumamaya çalışmış ama son zamanlarda yaşadığı yorgunluk yüzünden sızıp kalmıştı. Koşarak kapıya gitti. Nedim’in gürültüsüyle birlikte zorlanan kapı gürültüsü doktoru uyandırmıştı. Parmaklarıyla gözlerini ovalarken Nedim’in kapıya doğru yürüdüğünü görmüştü. Üzerinde gömlek vardı. Rüzgarın hemen arkasındaki pencerede ıslığını duydu. Pencerenin ardına doğru daha dikkatli baktığında soluk mavi bir ışığın parladığını gördü. Ay ışığı ona hiç bu kadar itici ve korkutucu gelmemişti. Bu kadar yakın olmak da… Kapı bir kez daha gümbürdedi. Yerinden sökülecek gibi oldu. “Kim o!” dedi Nedim. Uyku sersemi olduğu için sesi zayıf çıkmıştı. Güçlü bir darbe sonunda kapı kilidinden kurtuldu. Hızla açılıp menteşelerinin bağlı olduğu duvara çarptı. Uzun boylu, baştan aşağı siyah giyinmiş biri girdi içeri.
Göğsüne aldığı şiddetli bir tekme darbesiyle, Nedim yere yığıldı. Soluk alış verişi hırıltı halini aldı. Doğrulmaya çalışırken susturuculu silah iki kez ateşlendi. “Hayır!” diyebildi sessizce. Nedim, göğsü kan içinde yere yığıldı. Bütün her şey doktorun gözleri önünde olmuştu. Kendisi daha karanlıkta kaldığı için içeri giren adam tarafından fark edilmemişti. Adam hızla dışarı çıktı ve ayak sesleri merdivende kayboldu. Doktor, adamın hedefi şaşırdığını düşünüyordu. Herhalde onları izlemişler ve sonunda burada saklandığını anlamışlardı. Ancak her şeye rağmen şansı ona yardım etmişti. En büyük iyiliği de Nedim yapmıştı. Doktorun yerine kendisi ölmüştü. Hemen oradan uzaklaşırsa kendini kurtarabilirdi. Onlar nasılsa kendisini öldürdüklerini düşünecekler ve bu arada o da şehir dışına belki de yurt dışına kaçarak kendi canını kurtaracaktı. Harika olmuştu bu cinayet. Elbiselerini giymeye çalışırken Nedim’in sesini işitti. İnliyordu. “Doktor! Ne olur bana yardım et.” “Hayır!.. Hayır!.. Sana yardım etmem mümkün değil. Ben buradan hemen kaçmalıyım. Aksi halde beni de öldürürler.” “Beni yanlışlıkla vurdular galiba. Bana yardım etmelisiniz doktor.” Nedim son gücünü de harcadı. “Elveda dostum! Bana çok yardımcı oldun. Artık onlar beni ölü sanacaklar ve ben istediğim yere gidip orada yeni bir yaşam kuracağım.” Nedim’den başka ses gelmedi. Yerde cansız yatıyordu. Doktor üzerinden atlayarak dışarı çıktı. Merdivenlere yöneldiğinde, elinde silah tutan bir adamın hareketsiz beklediğini gördü. Duvara yansıyan gölge, adamın elinde silah olduğunu açık bir şekilde gösteriyordu. Başında tüm yüzünü kapatan siyah bir maske vardı. Silah doktora yönelikti. “Katil bu olmalı…” diye düşündü doktor.
Maskeli adam silahı bir kez ateşledi. İsabet ettiremedi. Kurşun duvarlarda sekti. Doktor korkuyla hemen yukarı çıkan merdivenlere yöneldi. Basamakları hızla adımladı. Bir yandan da düşünüyordu. “Nerede hata yaptım?”, “Bu adam neden tekrar geri döndü?”, “Konuşmalarımızı mı duydu acaba?” Karşısına çıkan metal kapıyı açarken arkasından gelen kimsenin olmadığını gördü. Her şey kötü bir kabus gibiydi. Merdivenlerde gerçekten öyle bir adamın olup olmadığından kuşku duydu. Dışarı adımını attığında buz gibi rüzgar yüzünü yaladı. Birkaç adım daha ileri atınca havanın ne kadar soğuk olduğunu duyumsadı. Birden binanın on ikinci katında olduğunu anımsadı. Soğuk ve korku, tüm bedeninde derin bir ürpertiye neden oldu. Nefes aldığı zaman ciğerlerine çektiği hava, içinde belirgin bir ölüm kokusu taşıyordu. Çürük ve insanın midesine saplanıyordu. “Aman Allah’ım!” diye mırıldandı. “Neler oluyor burada?” Açık bıraktığı kapı gürültüyle kapandı. “Hayır!” diye bağırarak geri döndü ama kapı kapanmıştı. Yalnızdı. On iki katlı binanın tepesinde yapayalnızdı. Rüzgarın nefes kesen senfonisi kulaklarında uğuldadı. Açabileceğini düşünerek demir eskisi kapıya koştu. Dışarıda onu bekleyen tehlike ne olursa olsun, yükseklik, karanlık ve soğukla baş başa kalmaya gücü yetmezdi.
Kapı koluna uzandı. Ancak kapı kolu yerine küçük bir halka içeren metal bir çıkıntıdan başka bir şey yoktu kapıda. Bu çıkıntı asma kilitler içindi. Bunun yanında bir de anahtar yuvası vardı. Parmağını sıkıntıyla gezdirdi anahtar deliğinin üzerinde. Sessizlik ona ortalığın daha da karardığı hissini verdi. Hızla geriye dönüp gökyüzüne baktı. Simsiyah bir yağmur bulutu ayı ve göğün kocaman bir bölümünü yavaşça kapatıyordu. Çatının kenarına doğru yürürken bugüne kadar hiç duyumsamadığı yükseklik korkusu saplandı içine. Koyu karanlık sanki kendisini boğmaya hazırlanıyordu. Bağırdığı zaman yardımına gelebilecek insanlar görme umuduyla yaklaştı kenara. Set olarak yapılan ince duvarın yüksekliği bel hizasına kadardı. Can güvenliği için normal sayılacak ölçüdeydi. Ancak biraz daha yüksek olsaydı daha iyi olacaktı. Aşağıya eğildi. Karanlık ir boşluk vardı. Bir de yüzünü daha sert yalayan rüzgarı hissetmemek mümkün değildi.
Çevredeki birkaç binada yanan ışık. Sabahın bu saatine rağmen hiç ummuyordu. “İmdat!” kısa bir soluk aldı. Sonra tekrar, “İmdat!..” diye bağırdı boğazını parçalarcasına. Hiçbir yanıt alamadı. Ellerini set duvara dayayarak tekrar aşağı baktı. Daha dikkatlice… Havada ölümün varlığını duyumsadı. Yerden yukarı doğru geliyordu sanki. Karanlık boşluğun içinden ona saldıracak ve onu aşağı çekecekti. Kendisini kapana kısılmış gibi duyumsadı. “Beni sen öldürdün.” Kanını donduran ses onu kendisine getirdi. Fısıltı ve hırıltılı bir sesti ve üstelik daha önceden duymuştu. İçinde bulunduğu durum aslında hissettiğinden çok daha fazla tehlike içeriyordu. Rüzgarın içinden gelen sesin kime ait olduğunu anlamak için hızla geri döndü. Hiçbir şey yoktu. Koyu bir karanlık vardı arkasında. Bir de gittikçe şiddetlenen rüzgar… Esrarengiz bir melodi saklıydı rüzgarda. “Sen de kimsin?” diye bağırdı boşluğa doğru. Doktorun sesi uğuldayan rüzgarla birlikte dağıldı gitti. Yanıt gelmedi. Saniyeler uzamaya başladıkça vaktinin daraldığını hissediyordu. İlk kez gerçek anlamda ölümden korktu. “Bana o lanet virüsü sen aşıladın, değil mi?” Doktor, “Sen? Mesut? Sen misin yoksa?” diye sorguladı karanlığı. Ne sorduğunun farkına geç vardı. O burada olamazdı. Ne diye ölmekten bahsediyordu peki? Bildiği kadarıyla yaşıyor olması gerekiyordu. “Seni de yanımda götürmek için geldim doktor. Bütün ölülerle bir arada bulunmak hoşuna gider diye düşündüm.” Doktor ortalıkta herhangi bir şeyin olmadığını görünce aklı başına gelir gibi oldu. Birisi ona ders vermek istiyordu belki de.
Kötü bir şaka da olabilirdi. O an tekrar geri dönüp aşağı baktı. Birilerini görebilseydi keşke. Arkasından parlak mavi bir ışık yandı. Doktor heyecanla geri döndü. Gördüğü şey onu dehşete boğmaya yetmişti. Mesut, birkaç metre ötede ayakta duruyordu. “Dinle Mesut…” diye titreyerek konuşmaya başladı. Panik hali yeniden doktorun bedenine hakim olmaya başladı. Buz gibi bir havada, alnında ter damlacıkları birikmişti. “… Virüsü sana verişimdeki tek neden senin birinci derecede bir eroinman olmandı. O alışkanlıktan hiçbir zaman kurtulamayacaktın. Oysa benim AIDS araştırmalarım için hastalara ihtiyacım vardı. Senin de hiçbir kurtuluşun yoktu. Anlıyorsun değil mi?” Kısa süren bir sessizlikten sonra; “Sen de benimle geleceksin” dedi fısıltı halinde. Doktora doğru bir adım attı. Üzerinde eski püskü, boyuna çizgili dar bir pijama vardı. Kollarından biri sıvalıydı. İğnesi damarına girmiş, içi boş bir şırınga sallanıyordu sıvanmış kolunda. Derisi bembeyazdı. Bir ölü kadar beyaz ve cansız… Doktorun kanı dondu. İnanılmaz şeyler oluyordu karşısında. Korku içinde konuşmaya devam etti. Sesi hem soğuk hava hem de şiddetli korku yüzünden titrek çıkıyordu. Sonunda anormal bir hal aldı. Tiz sesi onu bir çocuk gibi değil de zor durumlarda rol yapan sapık, ruh hastası bir katil gibi gösteriyordu. “Mesut, beni affetmeni istiyorum. Seni iyileştirmek için elimden geleni yapacağım. Bana bir şans daha ver. Hem bak o fahişeden hiç ses seda çıkmadı. Ona da aynı virüsü enjekte ettim. Hiç şikayet etmiyor bak. O virüsüyle içli dışlı yaşarken sen ondan kurtulmak için çok acele ediyorsun. Daha bol zamanımız var…” Acayip bir kahkaha fırlattı. Rüzgar uğuldadı.
Sapık doktorun korku dolu kahkahası rüzgarın içinde kaybolup gitti. “… ve ben seni muhakkak iyileştireceğim.” Sadistçe gülümsemesiyle birlikte dişleri yeniden meydana çıktı. Bir köpek balığının dişeri bile o an daha can alıcı olamazdı. Doktor bu defa daha başka bir kimlikle görünmeye çalıştı Mesut’un karşısında. Kükredi. “Ben hiç kimseye hesap vermek zorunda değilim. Ben o virüsü sana bütün insanlık için verdim. İlahi bir görevim var benim ve ben o görevi tamamlamak üzereyim,” diye haykırdı kalın bir tonda. Doktorun değişen kişiliklerine, haykırışlarına, tehditlerine rağmen Mesut’un dış görünüşü hiç değişmiyordu. Sakin ve ölü gibi beyaz… Dudakları ağır ağır kıpırdadı. “Sen bir katilsin.”
Ancak sesin kaynağı Mesut’un ağzındaki ses telleri değilmiş gibi geliyordu doktora. Ses her yandan geliyor, çevresinde dolanan rüzgarla birlikte onu sarıp sarmalıyordu sanki. Boğulmak üzere olduğunu hissetti. “Aman Allah’ım! Çıldırıyorum galiba.” Nerden geldiği belli olmayan sesler her defasında doktorun ruhsal açıdan biraz daha gerilemesine, bilincini kaybetmesine yol açıyordu. “Ruhun cehennemde azap çekecek.” “Beni Tanrı gönderdi. Ben bütün insanlığı kurtarmak için buradayım. Bir hata yapıyorsun,.” Doktor kurtulmak için son çabalarını harcıyordu. “Beni sen öldürdün.” Mesut bir adım daha atınca doktor da aradaki mesafeyi korumak için bir adım geriledi. Binanın kenarında rüzgar daha şiddetli esiyor, ıslıklar çalıyordu. Doktor, kulaklarını dolduran rüzgar yüzünden hiçbir şey duyamaz oldu bir anda.
“Seni kurtarabilirim.” “Artık çok geç.” “Hayır geç değil.” “Sen bir katilsin ve cezanı çekmelisin soysuz. Seninle öte tarafta görüşeceğiz. Benden kaçamayacaksın.” Ölüm korkusu yüreğine saplanmıştı. Soluk alamaz oldu. Mesut elini uzatarak biraz daha ilerleyince doktorun gözbebekleri sonuna kadar açıldı. Bedeni durmadan korku salgılıyor, bu yapışkan salgı yavaş yavaş her yanını sarıyordu. Midesine kramplar girmeye başladı. Bir adım daha geri atınca uğultu daha da şiddetlendi. Kendisini kapıp götürecek sandı şiddetli rüzgar bir an için. “Artık insanlara kötülük yapamayacaksın. Çünkü seni de yanıma alıyorum. Hazır mısın?” dedi gülümseyerek doktora doğru. Doktor inleyerek, bir korkak gibi “Hayır! Hayır!” diye mırıldandı. Dudakları ağlayan bir çocuk gibi büzüldü. Korkusuna teslim olan bir çocuk gibiydi. Mesut’un soluk görüntüsü biraz daha yaklaştı.
Doktor bir adım daha gerileyince dönüp aşağı bakma ihtiyacı hissetti. Karşıdaki sokağa giren bir arabanın farlarından çıkan parlak ışıları görünce umutla bağırdı. “Hey! Hey! İmdat!.. Yardım edin bana.” Sonra geriye döndü. Korkuyla haykırdı. Mesut sadece bir adım ötesindeydi. Gülümsüyordu. Hiçbir şey yapmıyor, sadece masumca gülümsüyordu doktora doğru. Doktor bir kez daha geriye dönüp yola baktı. Arabanın arka kırmızı ışıkları sokak arasında kaybolmak üzereydi. Bir kez daha Mesut’a döndü. Mesut şırıngayı çıkardı kolundan. Havaya doğru kaldırıp doktora doğru eğildi saplamak için.
Doktor bir kez daha geri adım atmaya çalıştı. Ayağı duvara takıldı. Belden yukarısı boşluğa doğru kaykıldı ve şiddetli rüzgar yüzünden bir anda dengesini kaybetti. Son bir kez daha çığlık attı ve aynı anda ayakları yerden kesildi. Kollarıyla boşlukta çırpındı ama boşunaydı. Zamanın çok küçük bir kesrinde Mesut’a baktı ama onun orada olmadığını fark etti. O yoktu. Oysa bir saniye önce oradaydı ve şırıngayı saplamak üzereydi. Şaşırdı ama artık her şey için çok geç kalmıştı. İçinde duyduğu pişmanlık için bile çok geçti. Bu sonunu ne değiştirebilir ne de geciktirebilirdi. Tıpkı onun söylediği gibi cezalandırılmıştı ve cezasını çekmek, ölümle tanışmak için ona elini uzatıyordu. Korkunç rüzgar bir anda onu aşağı çekti. Hızla. Birkaç saniye sonra tok bir çarpma sesi duyuldu ama rüzgar o gece bütün her şeyi kendi içinde gizliyor, başkalarına sır vermiyordu. Ne doktorun haykırışını ne de çarpma sesini kimseler duymadı. Biraz önceki taksinin şoförü mesaisini bitirmiş arabasını evinin önüne park etmiş, evine çıkıyordu bir blok ötedeki sokağın güney ucunda. O da hiçbir şey duymadı. Doktorun kafatası paramparça olmuş, beyni dışarı fırlamıştı. Yüksek bir kaldırım kenarına sırt üstü çarptığı için göğüs kafesi de parçalanmış, kaburga kemiklerinin kırık uçları göğüs derisinden dışarı fırlamıştı. Anında öldüğü belliydi.
Gözleri açık, karanlığa bakıyordu. Ölümle el sıkışmıştı. “Bu iş burada biter. Arkadaşımızın intikamını almış olduk.” “Evet ya, aldık. Bakalım bu habere Mesut sevinecek mi?” dedi Nedim çocukça bir sevinçle. Üzerindeki kırmızı boya torbaları patlamış ve gömleğini kan rengine bulamıştı. En altındaki çelik yeleğini rahatsız ettiği için çıkarmaya hazırlanıyordu. Gökhan’ın gözleri dolu, doktorun düştüğü noktaya takılmıştı. Şimdi bulundukları noktada biraz önce Mesut’un hologram görüntüleri vardı. Bu filmi çekebilmek için bitirme projesi yapmak zorunda olduğunu uydurmuştu. Ama iyi olmuştu. Onun en canlı görüntüleriydi bunlar. Üzücü de olsa bu filmi ömrünün sonuna kadar saklayacaktı. Gözlerini yumdu içini çekerek. “Hayır!” dedi. Sesi ağlamaklıydı. “Mesut buna ne yazık ki sevinmeyecek.” Ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. “Neden? Ne demek bu?” Gökhan’a baktı endişeli gözlerle.
“O artık hiçbir şeye sevinemez.” Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. “Hiçbir şeye üzülmez, acı duymaz…” “Hayır!..” Gökhan, onu inkar edercesine başını salladı. “O öldü.” “Aman Allah’ım!” diye inledi Nedim. Başını ellerini arasına aldığında bir an için kendisini kaybetti. Karanlık gökyüzüne haykırdı. “Ah hayır! Ah Mesut ah!” Rüzgar uğuldayarak karşılık verdi. Gökhan elini arkadaşının omzuna koydu. “Bu onu getirmeyecektir. Sakin olalım ve acilen şu cihazları arabaya yükleyelim. Ses bandını gazeteden gelen arkadaşıma vermek istiyorum. Şu anda binaların öbür yanında, arabada bekliyor.” “Nasıl olmuş?” “Ümraniye, Alemdağ Caddesi’nde bir otel odasında aşırı dozda eroin alarak intihar etmiş.” “Onu çok severdim” diye mırıldandı Nedim. “Ben de öyle. Ona karşı son görevimizi yerine getirdik. Cenazesine gidebilecek gücü kendimde bulacağıma inanmıyorum.” “Birlikte gideriz.” “Evet ya, birlikte gideriz. Her zaman olduğu gibi” “Son kez birlikte,” diye düzeltti Nedim. “Bu üçümüzün birlikte olabileceği son olay…” Rüzgarın ölüm senfonisi devam ediyordu.
Gökhan ve Nedim’e bu gece çok yardım etmişti. Sevinçle uğuldadı bir kez daha. Binanın her yanını yaladı. Tozu toprağı silip süpürdü, gökyüzüne savurdu. Kısa bir süre sonra aniden yavaşladı. Her zamanki gibi esiyordu artık. Korkutmuyor ve üşütmüyordu. Tıpkı insanları dışarı çekip gökyüzünde mehtabı izlemeye çağıran ilkbahar akşamlarında olduğu gibiydi. Yağmur bulutu dağılıyordu. Sessizce kayıt cihazlarının ve amplifikatörün bağlantılarını söktüler. Hoparlör ve lazer bağlantıları da tamamen söküldükten sonra ambalajı olan cihazları ambalajlarına yerleştirdiler. Toplama işleri tamamlandıktan sonra bu defa asansöre taşıdılar tüm ekipmanı. Yarım saat kadar sonra sonra bütün her şey Gökhan’ın arabasındaydı. Gökhan apartmanları saran daire şeklindeki yolun en karanlık yerine park edilmiş arabaya yavaşça yürüdü. Elindeki iki bantı arabanın açık penceresinden içeri uzattı.
“Burada doktorun ölmeden önce yaptığı son konuşmalar, ilaç mafyası ile olan bağlantılarını açıklayan telefon konuşmaları var. Polise bildirirsin. Ayrıca bizi unutursan iyi olur.” “İyi haber galiba.” “Evet, Levent, oldukça iyi bir haber. Polisten Ümraniye’deki Ay Otel’de ölü bulunan arkadaşımız hakkında bilgi alabilirsin.” “Biliyor musun?” dedi Levent, “Bunca senedir çeşitli gazetelerde haber muhabiri olarak çalışıyorum ama hiçbir haber beni bu kadar üzmedi ve öfkelendirmedi. Doktoru hastanesinde hak edeceği yere konduracağımdan emin olabilirsin. Öyle ki başkaları da bu lekeye bulaşmamak için onu sonsuza dek yalnız bırakacaklar.” “Sana güveniyorum. Bu Mesut’un son şansı. Her şeye rağmen çok iyi bir insandı. Böylesi bir ölümü hak etmemişti. Onu temize çıkarmalısın. İnsanlar onu kendi zevklerini tatmin etmeye çalışan bağımlı biri olarak tanımasınlar. Çünkü öyle değil, hiçbir zaman da öyle olmadı.”
Hiç olmazsa ölümünden sonra…” dedi Nedim. Gökhan ve Levent’in yanına yeni gelmişti. Nedim, Levent’le daha önce hiç karşılaşmamış, sadece Gökhan’ın anlattıklarından tanıyordu. Levent, “Çok acı. Keşke Almanya’ya hiç gitmeseydi,” diye içini çekti. Parmaklarını sıkıntıyla kıvırcık siyah saçlarının arasında dolaştırdı. Sonra dışarıda bekleyen Gökhan’a döndü. “Siz gidin artık. Birkaç fotoğraf çekip biraz ilerideki telefon kulübesinden polise haber vereceğim.” Haberin yarınki gazeteye yetişmesi gerekiyordu. Levent bütün itibarını kullanarak en azından İstanbul baskısının biraz daha bekletilmesini sağlamıştı. Arkadaşlarının arabaları da gözden kaybolduktan sonra hemen birkaç resim çekti. Flaş birkaç kez saniyenin çok kısa bir kesrinde gecenin karanlığını yardı, alınmış olan bir intikamı resimledi . Ertesi gün olan biteni bir gazete sonraki gün bütün gazeteler yazdı. Herkes bu iki intiharın arasında sayısız senaryolar kurdular belki ama yaşanan gerçeği sadece iki arkadaşı ve ailesi biliyor, Mesut’un acısını onlar paylaşıyordu.
En çok da anne ve babası… Ömürlerinin sonuna kadar sık sık, Mesut’un doğumundan onu kaybettikleri ana dek her anıyla anımsayacaklar, ölüm acısı belki gitgide azalacak ancak hiçbir zaman kaybolmayacaktı. Özcan ailesi ölümün sıra atladığı bir aileydi. Böyle ailelerde yüzlere sonradan gizli bir hüzün yerleşir. Onlarda sadece Mesut'un yüzü doğuştan hüzünlüydü.…
(Gece Yarısı Kabusları - Levent Aslan 1994)
Tüm haklar saklıdır. Bu sitede yayınlanan metin, görsel, ses, animasyon ve video dosyaları ve tasarımları, 5846 sayılı Yasa ve ilgili Mevzuat gereği korunmakta olup, ticari kullanım veya dağıtım amaçlı kopyalanamaz, üzerlerinde değişiklik yapılarak veya aynı şekilde kopyalanarak başka sitelerde kullanılamaz.
Yorum Yap