ANTHONY HOPKINS; YETENEK Mİ LANET Mİ?
Sanat ve gizem, dünya insanı fark etmese de birbirinden kopamayan eş ruhlar gibi dolaşıyorlar evrende. İlham ya da Latin dillerindeki karşılığıyla Inspiration/Ispiracion, kozmik enerjinin insan ruhunu ya da beynini doldurması şeklinde yorumlanabilir. Çünkü hiçbir sanatçı ilham adını verdiği o yoğun ruhsal boyutu yaşamadan üretemiyor. Yetenek ve ruhsal boyut bir araya geldiğinde sanatın farklı yorumları çıkıyor ortaya. Sinema ise düş gücünün sınırsızlığını insana sunan bir alan. Sinema oyuncuları da öyle…
Gerilim ve korku sineması para psikolojik konuları, metafiziği temel alıyor çoğu zaman. Yeniden bedenlenmeden vampirlere, lanetli evlerden insanları ele geçiren karanlık ruhlara kadar bütün bu konulara sinema aracılığıyla görsel alanda hedeflerini buluyor.
Canlandırdıkları Karakterler Ruhlarının Bir Yerlerinde Saklı mı?
Ve kimi oyuncular belki de karmalarının gereği olarak bilinçli ya da bilinçsiz olarak, korku ve gerilim filmlerinde canavarları oynarken başarıyı yakalıyorlar. Tıpkı Anthony Hopkins’in “Kuzuların Sessizliği” (The Silence of Lambs) filminde canlandırdığı yamyam Hannibal Lecter rolüyle Oscar ödülünü kazanması gibi.
Hopkins, yıllardır beklediği başarıyı bu filmle kazandı ve ardından bir dizi zafer daha karşıladı onu. Yeni ödüller ve İngiliz Hükümeti tarafından verilen şövalyelik unvanı gibi.
Aslında Hannibal Lecter ilk canavar rolü değildi Hopkins’in. Geçmişte Notre Dame’ın Kamburu (The Huncback of Notre Dame) Quasimodo’yu bir televizyon dizisinde canlandırırken belki de kendini ifade etmenin en doğru yolu olarak seçmişti canavarları oynamayı.
Hopkins açık yürekli davranıp gerçeği itiraf ediyor ve yaşamının yarısını türlü yaratıkları, karanlık ruhlu sapıkları oynayarak geçirdiğini söylüyor. Aktör kendi içinde yaşadığı kişilik bölünmesinin farkında. “Belki de bu benim kaderimdir.” diyor ve şöyle diyor;
“Senaryoyu okuduğumda Hannibal Lecter’in bir ölüm makinası olduğunu gördüm, çılgın bir ölüm makinası ama yine de beynini ve hareketlerini en ufak ayrıntısına kadar kontrol edebiliyordu. O elbette ki Şeytan’ın dünyadaki bir yansımasıydı. Ben Şeytan’ı son derece zeki, baştan çıkarıcı, seksi ve öldürücü biri gibi düşünürüm.”
Yamyam Hannibal dış dünyadan ve insanlarda izole edilmiş, kurşun geçirmez camlarla çevrili hücresinde doğaya duyduğu özlemi anlatıyor. Bir ağaç, bir parça toprak görmeyi arzuluyor. Doğayı böylesine seve bir ruh, aynı zamanda acımasız ve sapık eğilimleri uç noktalara kadar götüren bir canavar olabilir mi?
Yamyam Hannibal karakteri kendi içinde zıtlıklar sergiliyordu belki de hayatın kendisi gibi. İnsana yardım etme amacındaki psikiyatrist olan Hannibal, öte yanda insan soyunu yok etmeye kararlı bir canavardı.
Ürkütücü varlıkları perdeye aktarmanın Anthony Hopkins’in gerçek kişiliği ile ne kadar bağdaştığını bilemeyiz ama belki de gençlik yıllarından beri en yakın arkadaşı olan alkolün de buna bir katkısı olabilir.
Yine de vampir yamyam karışımı Hannibal Lecter rolüyle gelen Oscar ödülü ve başarı, ruhunu şeytana satan Faust’un sonsuz gençlik saplantısını akla getiriyor. Bir sinema oyuncusu içinse sonsuzluk kavramı başarıyla eş anlamlıdır.
Kader Rastlantılara mı Bağlı?
Evrende rastlantı yoktur diyoruz ve çoğu zaman da haklı çıkıyoruz. Perde arkasına geçip Hopkins’in özel yaşamına ve ilgi alanlarına baktığımızda metapsişik konulara, reenkarnasyona ve gizeme karşı büyük bir ilgi duyduğunu görüyoruz.
Bu eğilimleri Galler de doğmuş olan oyuncunun uzak atalarından miras aldığı Kelt ruhu ile bağdaştırmak mümkün mü acaba? Çünkü Keltler medyumluk, durugörü, büyücülük konularında bilgi sahibi bir ırktı. Drüid Rahiplerini ve köklü gizemcilik geçmişlerini unutmamakta fayda var. Atlantis kökenli Kelt rahiplerinin gizemcilik ilgisi bugün İngiltere adalarını saran Ley Hatları ve Stonehenge gibi taş çemberlerle günümüze kadar uzanmış durumda.
Yeniden bedenlenmeye ve ruhun ölümsüzlüğüne inanan aktör yıllar önce bir reenkarnasyon filminde oynamış, “Audrey Rose” 1977 yılında çekilmiş, henüz ne Oscar heykelciği, ne de Kuzuların Sessizliği ortada yokken…
Audrey Rose filminin yönetmeni Robert Wise, Hopkins in metapsişik konulara ve beden ötesi yaşam deneyimlerine büyük bir ilgi duyduğunu öğrendiğinde şaşkınlığını gizleyemiyor. Reenkarnasyon filmine en uygun oyuncuyu bulmuş olmanın sevinci içinde.
Film tamamlandıktan bir süre sonra Hopkins meditasyon çalışmalarına başlıyor. Mesleğine yararlı olacağına inandığı pozitif düşünce seanslarını uyguluyor kendi kendine.
Ve her zamanki zincir ya da evren kuralı gerçekleşirken, bilinç evrene doğru açılıyor ilk durugörü deneyimini diğerleri izliyor.
Los Angeles'ta aldığı yeni evine giderken yol kenarında arabayı durdurup dışarı çıkıyor ve yüksek bir tepeden manzarayı seyrediyor.
“Aniden çakan bir flaş gibi yeniden hatırladım o görüntüyü. 20 yıl önce aynı yeri bir vizyonda görmüştüm. Los Angeles’in neye benzediği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ama şimdi aynı yeri karşımda görüyorum. Tıpkı vizyonumdaki gibi.”
Metroda Bekleyen Kitap
Garip olaylar yaşamı boyunca peşini bırakmıyor Hopkins in. Oscar ödülünü alacağı gece diğer adayların adları okunurken, o Sanki babasının ruhu ile iletişim kuruyor ve bedenini çoktan terk etmiş olan bu sevgili ruh oğluna ödülünü herkesten önce müjdeliyor.
Yıllar önce George Feifer’in, “Petrovkalı kız” (The Girl from Petrovka) adlı romanından sinemaya uyarlanan filmde bir rol teklif edildi. Oyuncu olumlu cevap verdi ve anlaşma imzalandıktan hemen sonra rolü daha iyi çalışabilmek için söz konusu kitabı satın alıp okumaya karar verdi Ancak bütün aramalarına rağmen temin edemedi. Londra'nın hiçbir kitapçısında kalmamıştı bu eser.
Hopkins, evine dönmek için metro beklerken banklardan birinde unutulmuş bir kitap dikkatini çekti. Kitabı yaklaşıp aldığında gözlerine inanamıyordu çünkü aradığı kitabı o anda bulmuştu.
Oyuncu gün boyunca Londra sokaklarında dolaşırken “Petrovkalı Kız” kendisini metro istasyonunda bekliyordu.
Filmin çekiminden iki yıl sonra eserin yazarı George Feifer Hopkins’i ziyarete geldi ve kendi yazdığı kitaptan elinde tek bir örneğin bile kalmadığından yakındı. Son kalan kitabını iki yıl önce bir arkadaşına ödünç vermiş ancak o da Londra'da düşürüp kaybetmişti bu emaneti.
Hopkins, heyecanla bulduğu kitabı yazara gösterdi. Feifer sayfa kenarlarına aldığı notlardan ve el yazısından iki yıl önce kaybolan kitabını tanımıştı.
Canlandırdığı Karakterler Kişiliğinde İz Bıraktı mı?
Başta da söylediğim gibi sinemada canavarlara hayat vermeyi sürdürdü Hopkins. Kimi zaman ruhu ikiye bölündü. Sihir (Magic) filminde kuklasına yenik düşen Sihirbaz Corky çılgınlığa sürükleniyor ve onu yöneten kuklası oluyor.
Psikolojik gerilim filmi olan Fil Adam’da (The Elephant Man) ise bir canavara yardım etmeye çalışan doktor rolünde görüyoruz onu.
Francis Ford Coppola’nın yönettiği Drakula’da vampirin en büyük düşmanı Dr Van Helsing karekterinde görünüyor sanatçı. Her ne kadar vampire karşıysa da, sevgi tutku ve kan içme ihtiyacını birbirine karıştıran Drakula'nın büyüsü Helsing’in de başını döndürüyor. Vampirlerle yakınlaşan pek çok ölümlünün başına gelir bu. Ölümsüzlük arzusu kaplar insanın ruhunu. Yani bir Nosferatu olmak. Bütün bunların içinde kuşkusuz en ürkütücü olanı “Kuzuların Sessizliği” ve “Hannibal Lecter” dır ya da yamyam Hannibal. Birbirinden farklı rollere girip çıkarken bakışlarını, mimiklerini ve oyun tarzını giydiği kostümler kadar kolay değiştirebilen Hopkins sanki canlandırdığı rollerle birlikte ruhunu da değiştiriyor. Ruhsal bir değişim olduğu belli, gözlerinden anlaşılıyor. Hopkins’in şu sözleri belki de onun garip yaşamının özeti gibi.
“Sinemada canlandırdığım deliler acı çeken ruhlardı. Sapık ruhlu bir adamı onu tanımadan eleştiremezsiniz ki”
Bu kitabın imzalı bir fiziki kopyasına sahip olmak için altta bulunan banka bilgilerine ödeme yaptıktan sonra ödeme bildiriminde bulunabilirsiniz
Yorum Yap